Print Friendly and PDF

Translate

Gölgeli Topraklar (1993) Shadowlands

|

 

 131 dk

Yönetmen:Richard Attenborough

Senaryo:William Nicholson

Ülke:İngiltere

Tür:Biyografi, Dram, Romantik

Vizyon Tarihi:03 Mart 1995 (Türkiye)

Dil:İngilizce

Müzik:George Fenton

Bütçe:$22,000,000 / Hasılat: $25,842,000

Çekim Yeri:Oxfordshire, İngiltere, Birleşik Krallık

Oyuncular

Julian Fellowes

Roddy Maude-Roxby

Michael Denison

Andrew Seear

Tim McMullan

Özet

Sir Richard Attenborough'nun yönettiği Shadowlands hüzünlü ve huzurlu bir film. C.S Lewis (Anthony Hopkins) Oxford'da ders veren bir kitap yazarı. 1930'lu yıllarda geçen öyküde, Lewis'in Amerikalı bir hayranı olan Joy Gresham (Debra Winger) onunla tanışmak için İngiltere'ye geliyor. Birlikte çay içen iki edebiyat tutkunu bir süre sonra aşık oluyorlar, ancak bu aşk ikisinin de yaşamlarını mahvediyor. William Nicholson'un senaryosundan uyarlanan film, daha önce tiyatrolarda da sahnelenmiş ve büyük ilgi toplamıştı.

Altyazı

 - Nasıl gitti, Tom?

 - Onları yendim.

 Baştan sona, öndeydim.

 Lydia, bu akşam sorun arandı, Christopher.

 Julian'dan haber var mı?

 Umarım iyidir, öyle değil mi?

 Julian mı?

 Evet, çok iyi.

 Sanırım Londra'ya döndü.

 - '45 sipariş etmiştim.

 - Özür dilerim.

 Jack?

 Jack.

 - Jack, bu ne sürpriz!

 - Ne demek, sürpriz?

 Dışarıda, zanaatını icra etmiyor musun?

 Ne zanaatı bu, Christopher?

 Seni; orijinalliği şüpheli   kutsal emanetler satan ortaçağ satıcılarına benzetiyorum.

 Sızlanma, Christopher.

 Jack, Romalı değil.

 Ben ona kefilim.

 Metaforik konuşuyorum Harry.

 Jack'in zanaatı, zor sorulara   kolay cevaplar üretip, ihtiyacı karşılamak.

 Ne diyor?

 Jack'in, zor sorulara, kolay cevapları olduğunu söylüyor.

 Niyetim, kardeşinizin kitapları hakkında bir şeyler öğrenmek.

 Gerçekten, hiç çocuk tanıyor mu?

 - Jack mi?

 Sanmıyorum.

 - Nasıl oluyor da bunu başarıyor?

 Barker, bu Charmontagne '45 değil.

 Bildiğim kadarıyla öyle, efendim.

 - Bir saniye, efendim.

 - Hayır, Nick, hayır.

 Marcus'la aynı görüşte değilsin.

 Sen, Marcus'la çelişiyorsun.

 Ama Marcus benimle aynı fikirde olduğunu söylüyor.

 Marc?

 Marcus, kendi düşünsel sürecini kavramaktan aciz.

 Ayrıca, korkunç yalanlar söylüyor.

 Çok şaşırdım, Jack.

 Anlaşılan, hiç gerçek bir çocuk tanımıyorsun.

 - Bunlar boş laf.

 - Eminim Ruppert, derin fikirlerinden   bir ikisini bizimle paylaşır.

 Jack, benim şarabımı unuttun.

 - Orada.

 - Teşekkürler, Barker.

 Benim çocuk tanımadığımı kim söylüyor?

 Sen mi?

 - Warnie.

 - Kardeşim bir zamanlar çocuktu, Ruppert   ve pek mümkün görünmese bile, ben de öyleydim.

 Yarın perşembe, Jack.

 Evet.

 Hafta neredeyse bitti ve daha mektuplarımın yarısını bitiremedim.

 - Cevaplamak zorunda değilsin.

 - Değilim, biliyorum.

 - Onları çok az yüreklendiriyor.

 - Evet.”

Mr. C.S. Lewis, mektubunuz için teşekkürler   fakat cevap olarak, söylenecek hiçbir şey yok." Çok sisli bir gece olacak, Warnie.

 Çok fazla yıldız var.

 Beni serseme çeviriyor.

 BU, GERÇEK BİR ÖYKÜDÜR Bir gece içkisi?

 Sanmıyorum.

 - İşte, al.

 - Yarın Londra'dayım.

 Kime ders vereceksin?

 Malûlen emeklilere mi?

 - Kilise dulları?

 - Hıristiyan Öğretmenler Derneği.

 - İyi geceler, Jack.

 - İyi geceler, Warnie.

 Bahçe, yüksek bir duvarla çevrili.

 Bahçenin içinde, bir çeşme.

 Çeşmenin içinde, iki kristal taş.

 Kristallerin içinde, bir yansıma, gül bahçesi.

 Güllerin orta yerinde, bir mükemmel gonca.

 Guillaume de Lorris, goncayı, tabii ki   bir simge olarak kullanıyor.

 Fakat neyin simgesi?

 - Aşk?

 - Ne çeşit bir aşk?

 El değmemiş?

 - Açılmamış, gonca gibi?

 - Evet.

 Başka?

 - Mükemmel aşk.

 - Onu mükemmel yapan ne?

 - Haydi, uyanın.

 - Aşkın kusursuz örneği mi?

 Nedir o?

 Olmazsa olmaz özelliği nedir?

 - Er

 - Erişilmezliği.

 En şiddetli haz, sahip olmakta değil   arzu etmekte yatar.

 Tükenmeyen zevk, sonsuz mutluluk, ancak   en büyük arzunuz, ulaşamayacağınız bir yerdeyse, sizindir.

 - O neydi, Mr.  Whistler?

 - Hiçbir şey, Mr.  Lewis.

 Benimle aynı fikirde değilseniz, söyleyin.

 Tartışın benimle.

 Üstesinden gelirim.

 Aynı anda iki tarafta birden tartışamam, biliyorsunuz.

 Bunu yapabilsem bile, kazanmam kaçınılmaz olur.

 Neden buradaki biralar her zaman soğuk?

 Soğuk bira!

 Mideyi üşütür.

 Tadını alamazsın.

 Gardıropla ilgili bir şikayetim var.

 Şikayet mi?

 Çocuklar onu seviyor.

 Jack'in lanet çocuk odasıyla ilgili başka konuşma yapmayacağım.

 Hayır.

 Dinle.

 Kitabında evi,  karısı olmayan bir profesörün evi olarak   tarif ediyorsun.

 Buna rağmen   küçük kız, sihirli gardıroba girdiğinde   içinin kürklerle dolu olduğunu görüyor.

 - Bu çok iyi, Eddie.

 - Çok basit.

 Onlar, profesörün yaşlı annesine ait.

 Basit.

 Aha.

 Sihirli dünyaya ulaşmak için   çocuk, bir annenin kürkünü itmek zorunda.

 Bunu kabul edemem.

 Burada, sizin ucuz Freudçuluğunuzdan eser yok.

 Fakat tasvirler Hıristiyan, hiç şüphesiz.

 Hayır, Harry.

 Ne ise o.

 Sadece kendisi.

 Bu, bu  Bu sadece sihir.

 Sihir.

 Bakın.

 Size göstereyim.

 Çocuk gardıroba giriyor.

 Kabanlar, kalın ve ağır.

 - Kürklere ne oldu?

 - Kürk önemli değil.

 Çocuğun itmesi gerekiyor.

 Öyle baskı yapıyorlar ki, neredeyse nefessiz kalacak.

 Ve aniden, beyaz bir ışık   kuru, soğuk bir hava   ağaçlar, kar.

 Tamamen tezat, anlıyor musunuz?

 Bu, sihirli bir dünyaya geçişin kapısı.

 Saat kaç oldu?

 Tanrım, trenim.

 Her neyse, peki   yarın görüşürüz.

 Hoşça kalın.

 - Güle güle, Jack.

 Görüşürüz.

 - Güle güle, Mr.  Lewis.

 Dün, bir mektup aldım   neredeyse bir yıl önce, 4 Aralık 1951'de   gerçekleşmiş bir olaya değiniyordu.

 Mektup arkadaşım, unutamamış.

 Acaba içimizde hatırlayan var mı?

 O gece   Chatham Kraliyet Deniz Akademisi   öğrencilerini taşıyan otobüs, bir direğe çarptı ve   24 öğrenci öldü.

 Hatırladınız mı?

 Mektupta, bazı basit ama   önemli sorular soruluyor.

 O Aralık gecesi, Tanrı neredeydi?

 Bunu neden durdurmadı?

 Tanrı, iyi olmak zorunda değil mi?

 Bizi sevmesi gerekmiyor mu?

 Tanrı, bizim acı çekmemizi mi istiyor?

 Ya bu sorunun cevabı evetse?

 Bakın, Tanrı'nın özellikle bizim mutlu olmamızı istediğinden emin değilim.

 Bence, O bizim sevmemizi ve sevilmemizi istiyor.

 Bizim büyümemizi istiyor.

 Sizlere diyorum ki, Tanrı bizleri sevdiği için   bizlere acı çekme yeteneği bahşetmiş.

 Başka bir deyişle, acı;  Tanrı'nın, sağır bir dünyayı   uyandırmak için, kullandığı megafonudur.

 Gördüğünüz gibi, bizler; heykeltıraşın şekil vererek   insan formuna dönüştürdüğü taş parçalarıyız.

 Çekiç darbeleri bizi ne kadar çok acıtırsa   bizler o kadar mükemmel oluruz.

 Çok teşekkür ederim.

 Kadının birinin, benimle ilgili bir hayali varmış.

 Ben de onu hayal eder miyim diye sormak için yazmış.

 Dün gece ilginç bir rüya gördüm.

 Mrs.  Gresham'dan bir mektup daha.

 - Ama hatırlayamıyorum.

 - Yahudi Komünist Hıristiyan Amerikalı.

 Eğer hatırlamıyorsam, ilginç olduğunu nasıl biliyorum diye sorabilirsin.

 - Ona cevap veremezsin.

 - Onun mektuplarını seviyorum.

 Bazen epey keskin olabiliyor.

 Şunu dinle, Warnie.”

Siz, sözcüklerle çocuk yakalayan    bir avcı mı, yoksa onları büyüleyen bir sihirbaz mısınız, karar veremiyorum.”

 Mektupları çok sıra dışı.

 Sanki beni tanıyormuş gibi yazıyor.

 Sanırım, kitaplarımda benden bir şeyler var, öyle değil mi?

 Bence, bu tam Amerikan tarzı.

 Amerikalılarda, çekingenlikten eser yok.

 Ah!

 İngiltere'ye geliyormuş.

 Oxford'a geliyor.

 Bizimle tanışmak istiyor.

 Yani, buraya gelemiyor.

 Elbette hayır.

 Fakat, otelinde bir çaya davet ediyor.

 Çay tehlikesiz.

 Otel de tehlikesiz.

 Öte yandan, kendisi deli olabilir.

 Hayır, sanmıyorum.

 Şiir yazıyor.

 Şiir mi?

 Havlayacak.

 Çok uysal olmayacaksın, değil mi Jack?

 Merak etme, Warnie.

 Senin gardırobunla ilgili bir deneme yazıyor, olacak.

 Seni yazarken izlemek için gelebilir miyim, diye soracak.”

Bir köşede otururum, fark bile etmezsiniz" diyecek.

 Yalnızca bir çay, Warnie.

 Bir saatlik kibar bir sohbetin ardından, eve döneriz   ve her şey, eskiden olduğu gibi devam eder.

 Biraz sandviç alacak mıyız?

 Acaba, gevrek çay kekleri var mı?

 Affedersiniz.

 Yazar Mr.  C.S.

 Lewis'le buluşmak için geldim.

 Evet, madam.

 - Nasıl biri olduğunu biliyor musunuz?

 - Hayır, madam.

 O da benim nasıl biri olduğumu bilmiyor.

 Evet, madam.

 Bir fikriniz var mı?

 Hayır, madam.

 Burada Lewis diye biri var mı?

 - Mrs.  Gresham?

 Memnun oldum.

 - Ben de.

 - Bu kardeşim, Warnie.

 - Binbaşı Lewis.

 Lütfen oturun.

 Bizi bulmayı başardınız.

 Evet, rehber kullandım, kolay oldu.

 Hiç de, C.S. Lewis gibi görünmüyorsunuz.

 Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm, bunu Oxford'un geri kalanlarına söylemeyin.

 Hayır, ben  Yani siz öyle değilsiniz.

 Sizin, meşhur diyebileceğiniz türden biri değilim, Mrs.  Gresham.

 Öyle mi?

 Yani   kitaplar yazıyorsunuz, konuşmalar ve bir sürü şey yapıyorsunuz   ve insanlar etrafınızı sarmıyor mu?

 Oh, sevgili bayan.

 Henüz tanıştık ve sizin benim içimi okudunuz.

 - Söyleyin, çay içer misiniz?

 - Çay mı?

 Elbette.

 - İngiltere'deyiz, değil mi?

 - Aynen öyle.

 Garson?

 Aslında, bakın, ben   sizinle tanışmanın şaşkınlığı içindeyim ve biraz gerginim   böyle olduğum zaman da ben biraz  Bilmiyorum.

 Bu çok çocukça.

 Eminim birazdan atlatırım.

 Çok çabuk olmasın, lütfen   çünkü ben kendi adıma adil dövüşten hoşlanırım.

 - Öyle mi?

 - Evet.

 Şaşırmış gibisiniz.

 Bu harika.

 Siz de adil dövüşü seviyorsunuz.

 Ama?

 En son ne zaman kaybettiniz?

 - 1925'ten beri Morland'dayım.

 - Burası çok güzel.

 Kaç yıllık?

 Okul yaklaşık 500 yıl önce kurulmuş.

 Binalar o kadar eski değil, kuşkusuz.

 Benim odam orada.

 Bu yeni olan bina.

 - Yeni, demek?

 - 1733.

 Kocanız ne iş yapıyor, Mrs.  Gresham?

 Bill mi?

 Bill yazardır.

 Ve siz de öyle, değil mi?

 Jack söyledi.

 - Ona Jack mi diyorsunuz?

 - Clive ismini hiç sevmedim.

 Pekâlâ, eğer siz bir Jack'seniz  - Ne oldu?

 - Hiç, Jack olarak gayet iyisiniz.

 Teşekkürler.

 Şey, Yahudi, ama Yahudi-Yahudi değil.

 Eğer takip edebilirseniz.

 Yani, ben bir Hıristiyanım.

 Ama iyi bir ateist olarak yetiştirildim.

 - Bir ateist mi?

 - Şaşırmayın.

 Şaşırmadım.

 Bir zamanlar ben de ateisttim.

 Öyle mi?

 Yani ikimiz de hükümsüz ateistleriz.

 Evet ama ben hiç komünist olmadım.

 - Neden?

 - Ne demek, "neden"?

 Bana göre, 38 yılı öncesinde, iki seçeneğiniz vardı   ya faşist olup, dünyayı fethedecektiniz   ya da komünist olup, dünyayı kurtaracaktınız.

 Öyle mi?

 O zamanlar benim başka meşguliyetlerim vardı, sanırım.

 Oh, işte kurtarılmayı hak eden bir dünya.

 Mayısın ilk günü, şafakta   kilise korosunun öğrencileri, burada, doğan güneşe şarkı söylerler.

 Büyük bir kalabalık topladıkları söylenir.

 Ne söylüyorlar?

 Onları dinlemek için, hiç o kadar erken kalkmadım.

 Neden?

 Yani, bana çok hoşmuş gibi geldi.

 Şey, pek manzara seyretme meraklısı değilim.

 Peki, ne yaparsınız?

 Etrafta, kapalı gözlerle mi dolaşırsınız?

 Biliyor musunuz, Mrs.  Gresham   neredeyse, size ne diyeceğimi bilemiyorum.

 Yüce Tanrım.

 İngiltere'de ne kadar kalmayı planlıyorsunuz?

 Aralık sonuna kadar.

 - Yeniden Oxford'da olma ihtimaliniz var mı?

 - Öyle bir planım yok.

 Ne dersiniz?

 Sizce, beraber ev yapımı çay içme şansımız var mı?

 - Bunu ayarlayabilirim.

 - Önceden haber vermek şartıyla, tabii.

 Oğlumu da getirebilir miyim?

 Douglas, sizin Narnia kitaplarınızın büyük hayranı.

 Sizinle tanışmayı çok ister.

 - Evet, elbette.

 - Sizi önceden haberdar ederim.

 Sizinle tanışmak büyük zevkti.

 Her şey için teşekkürler.

 - Şey, yakında görüşmek üzere.

 - Evet.

 Binbaşı.

 Birisi, trenin ayrılmasını mı bekliyor?

 Bilmiyorum.

 Karakter ve fikir.

 Yumurta ve tavuk.

 Hangisi, hangisinden çıkar?

 Aristo'nun çözümü, basit ve radikaldir.”

Olayın örgüsü, karakterdir.”

Psikolojiyi unutun.

 İnsanın kafasındakileri unutun.

 Onları hareketleriyle yargılayın.”

 der.

 Örneğin, Mr.  Whistler uyuyor.

 Bu hareketten ben, onun benim söylediklerimle ilgilenmediğini çıkarıyorum.

 Bu durumda, bilmece, onun neden burada olduğu.

 Yani, Mr.  Whistler'in hareketinden bir olay örgüsü oluşturduk.

 Geliyor, uyuyor.

 Şimdi, Aristo burada 'neden' sorusunu değil   bundan sonra Mr.  Whistler'in ne yapacağı sorusunu sorardı.

 Günaydın, Mr.  Whistler.

 Ne benim dersim zorunlu, ne de sandalyeler çok rahat.

 - Size önerim  - Tamam.

 Gidiyorum.

 Teşekkürler.

 Geliyor, uyuyor, gidiyor.

 Olayın kurgusu genişliyor.

 Sorun yok, Warnie.

 Noel'den sonra, New York'a geri dönüyor.

 Fazla kalmayacak olanlara karşı, daima daha dostça davranırız.

 Acaba, kocası onun İngiltere'de, böyle gezip tozmasına ne diyor?

 - Orta çağda değiliz, Warnie.

 - Seni, şiirlerinden birini   dinlemeye zorlayacak.

 Sen de, on kere kafa sallayacaksın.

 Sonra, sana soracak; "Nasıl buldunuz, Mr.  Lewis?

" Ve sen, afallayacaksın.

 Şöyle diyeceğim; "Mrs.  Gresham, bunu ancak siz yazabilirdiniz.”

 Kahretsin!

 - Bir sent ve dokuz peni tutuyor, madam.

 - Üstü kalsın.

 Merhaba.

 Sen Douglas olmalısın.

 - Siz o musunuz?

 - Hayır.

 Ben kardeşiyim.

 Demek bizi buldunuz.

 - Şey, aslında şoför buldu.

 - Gelin.

 İşte geldik.

 İşte oldu.

 Bu o.

 Haydi git.

 Sonunda buradasınız.

 - Merhaba.

 - Güzel.

 - Merhaba.

 Affedersiniz.

 Ellerim  - Gerçekten çok memnun olduk.

 Douglas bugünü nasıl iple çekti, bilemezsiniz.

 Demek sen Douglas'sın.

 Rica et.

 Ona, Narnia kitabını imzalayabileceğinizi söyledim.

 - Mahsuru var mı?

 - Hayır, elbette yok.

 Evet.

 Evet.”

Douglas'a", öyle mi?

 Douglas.

 Evet.

 Tavan aranız var mı, diye soruyor.

 Bunları ona kendin sorabilirsin.

 Evet, var.

 Ne yazıyor, tatlım?

 - "Sihir, hiç sona ermez.”

 - Eğer öyleyse, bunu iste.

 Teşekkürler, Mrs.  Young.

 Teşekkürler.

 Tavan aranızı görmeyi çok isterim.

 O zaman göreceksin.

 Gel bakalım, genç adam.

 Gidelim ve bulalım.

 Teşekkürler, Binbaşı Lewis.

 Jack, sizin şiirlerinizi dinlemeyi özellikle umut ediyordu.

 Şimdi anahtarı bulalım.

 Merak etmeyin.

 Şiirlerimle, masum yabancıları cezalandırmıyorum.

 Artık yabancı olmadığımızı umuyorum.

 Şu söz verdiğimiz çayı içmeye ne dersiniz?

 Evet, lütfen.

 - Süt alırsınız, değil mi?

 - Evet.

 Hayır, şiirlerinizle ilgileniyorum.

 Neyi bilmek istiyorsunuz?

 Uzunluklarını mı?

 Kafiye düzenini mi?

 - Ana temasını mı?

 - Çok haklısınız, tabii ki.

 - Şeker alır mısınız?

 - Evet.

 Hayır, çok haklısınız.

 Bana, şiirlerinizin kendisini sunmak inceliğini göstermez misiniz?

 Emin değilim.

 Onlar hakkında acımasız olmayacağım.

 Ne yapacaksınız?

  Sessiz mi kalacaksınız, yalan mı söyleyeceksiniz?

 Birini dinledikten sonra, karar vereceğim.

 Pekâlâ.

 Ulusal Şiir Ödülünü Robert Frost'la beraber kazanmıştım.

 Etkilendim.

 Öyle kalmanızı umalım.

 Şu işi de, bir an önce bitirelim.

 İlk yazdıklarımdan birini okuyayım.

 Böylece bitsin.

 Bunu 22 yaşındayken yazmıştım.

 İspanya İç Savaşı.

 Adı; "Madrid'de Kar.”

 "Usulca, öyle rasgele.

 Sevgiyle, hafif hafif.

 Zalim gökten, savaşması zor bir şey düşüyor yere.

 İnsanoğlu, donarken  Affedersiniz.

 İnsanoğlu, donmadan, sağlam gözle bak bir kez   şefkatli bir şey düşüyor gökten.”

 - Utandırıcı, ha?

 - Hayır, etkileyici buldum.

 - Etkileyici.

 - Evet.

 Etkileyici  bu iyi.

 Hak ettiğinin üzerinde.

 Ne zaman Madrid'e gittiğimi sorabilirsiniz.

 Cevabım, hiçbir zaman.

 - Kişisel deneyim, her şey değildir.

 - Katılmıyorum.

 Bence, kişisel deneyim her şeydir.

 Öyleyse, okumak zaman kaybı mı?

 Hayır, zaman kaybı değil, ama okumak güvenlidir, değil mi?

 Kitaplar, canımızı acıtmak için değildir.

 - İnsan neden canının acımasını istesin?

 - Ancak o zaman öğreniriz.

 Bir şey can acıttı diye, bu onu daha doğru ya da daha önemli yapmaz.

 Hayır, sanırım kılmaz.

 Acı, amaçsızdır ya da   etkisizdir demiyorum, ama acının manasını bulmak   başka bir şey olmalı.

 Acı bir araçtır.

 - Eğer isterseniz, acı Tanrı'nın  - Sağır dünyayı uyandırdığı megafonudur.

 Beni mahcup ettiniz.

 Yazılarımı çok iyi biliyorsunuz.

 Neredeyse hepsini okudum.

 Sanırım, daha tanışmadan, sizi çok iyi tanıyordum.

 Fakat kişisel deneyiminiz yoktu.

 Mr. Lewis, ben  Size Mr.  Lewis demeyi bırakmalıyım.

 Kendimi çocuk gibi hissediyorum.

 Size Jack diyebilir miyim?

 Evet, tabii ki.

 Jack, ben Joy.

 Tamam, merhaba Joy.

 Yani, Jack   gerçekten büyük bir acı yaşadın mı?

 Hiç vazgeçmiyorsun, değil mi?

 İşte, geldik.

 Buraya, hiç kimse geliyor mu?

 Artık değil.

 İçeri gel.

 İşte burası.

 Bu, Warnie'nin masası.

 Bu da benimki.

 Burası pek düzenli değil, korkarım.

 Düzeni kafanda sağlıyorsun, öyle değil mi?

 Evet.

 Bu çok güzel.

 Gerçek bir yer mi?

 Sanırım.

 Altın Vadi diye bir yer, öyle biliyorum.

 - Herefordshire'da bir yer.

 - Özel bir yer mi?

 Bir bakıma.

 Ben küçükken çocuk odamızın duvarında asılıydı.

 O zaman gerçek bir yer olduğunu bilmiyordum.

 Cennetten bir manzara zannederdim.

 Vaadedilmiş topraklar.

 Bir gün, yolda bir virajı döneceğim ya da bir tepeyi aşacağım   ve oraya ulaşacağım sanırdım.

 Gerçekten büyük bir acı yaşadım, biliyor musun?

 İlk sefer, en kötüsüdür.

 Annem öldüğü zamandı.

 - Kaç yaşındaydın?

 - Dokuz.

 - Acıyı hissedebileceğin bir yaş.

 - Evet.

 Dünyamın sonu gelmişti.

 Gözyaşları içindeki babamı  .

evin her yerindeki sesleri   kapının açılıp kapanışını hatırlıyorum.

 Çok büyük, uzun, tenha koridorları olan bir evdi.

 Dişimin ağrıdığını hatırlıyorum, annemin yanıma gelmesini istemiştim.

 Gelmesi için bağırdım, fakat o gelmedi.

 Ölümden sonra, onunla tekrar karşılaşacağına inandın mı?

 Çocukken, hiçbir şey için bir inancım olduğunu sanmıyorum.

 O gitmişti, hepsi bu kadardı.

 Ve sen hâlâ koridordan gelen ayak seslerini dinliyorsun.

 Fakat, onlar gelmiyor.

 Evet.

 - Karanlık basmadan, bahçeyi görmelisin.

 - Evet, çok isterim.

 - Ceket almalısın.

 - Ceketim burada.

 - Bir göl var!

 Orman ve bir göl.

 - Harika.

 Aslında, killi bir su birikintisi, eski tuğla işleri için.

 - Artık o size emanet.

 - Dikkatli ol, Douglas.

 Güneş serenin ucundan batıyor.

 - Evi özlüyor mu?

 - Kesinlikle.

 Yani, Noel'de evde olmayı istiyor   fakat, şey, işler onun istediği gibi olmuyor.

 Noel'de ne yapıyorsunuz?

 Şanslı bir İngiliz Oteli, umuyorum.

 Yani, kocan başının çaresine bakacak, öyle mi?

 Evet.

 Bunda çok başarılıdır.

 Göl, evden çok daha yaşlı, elbette.

 Shelley'nin burada kâğıttan gemiler yüzdürdüğü söylenir.

 Hiç şüphesiz, şiirlerinin ilk eskizleridir.

 Noel'i bir otelde geçirmeniz fikrini pek sevmedim.

 Neden buraya gelmiyorsunuz?

 Çok memnun oluruz.

 Evin her yanını yakıp yıkan bir çift yanki istemezsiniz.

 Warnie'yle de konuşurum, şüphesiz, ama  Neden içeri girmiyoruz?

 Kendi adıma, arkadaşlığınızdan çok memnun olurum.

 Ayrıca, etrafta çocuklar olunca, Noel çok daha anlamlı olur.

 Bir de ağaç edinmemiz gerekecek elbette.

 En çok kızdığım şey, iyi niyet olasılığıdır.

 Hiç bir arkadaşıma karşı iyi niyet beslemiyorum.

 - Ben kötü hisler beslerim.

 - Bu yıl farklı olacak   daha neşeli, hiç şüphem yok.

 Festival mevsimi.

 Maalesef; Noel, hatırladığım kadarıyla, kaybedilmiş bir davadır.

 - Çünkü bizler, sihrimizi kaybettik.

 - Lanet olası sihir, yetsin artık.

 Sen insanlara; zavallı ve muhtaçlara bakmak istediğini söylersin   ve doğal olarak, onlar bunu kaçırmazlar.

 Muhtaç gelir, senin mirasına konuverir.”

No Room At The Inn," filmini hatırladın mı?

 Anneyle çocuğu?

 Jack onları bize davet etti.

 Kimleri?

 Anneyle çocuğu.

 Mrs.  Gresham ve oğlu   Noel'i bizimle geçirecekler.

 Jack, beni şaşırtmayı başardın.

 Mrs.  Gresham kim?

 Bir arkadaş, Amerikalı.

 Bir yazar.

 İnsanların, Noel'de misafirleri olur, değil mi?

 Merhaba, Jack.

 Mutlu Noeller.

 Oxford.

 Burası Oxford istasyonu.

 Sizinle sohbet güzeldi.

 İyi yolculuklar, iyi Noeller.

 - Mutlu Noeller.

 - Size de.

 - Hayır, anne.

 - Ağır olmadığından emin misin?

 Anne, o insanlar trende neden şarkı söylüyorlardı?

 - Merhaba.

 - Burada olduğunu bilmiyordum.

 Bak, burada kim var, Douglas.

 - Yolculuğunuz iyi geçti mi?

 - Evet.

 - Oxford'a hoş geldiniz.

 - Teşekkürler.

 - Gelebilmenize çok sevindik.

 - Evet.

 Bu taraftan gelin.

 Douglas, buraya.

 Ve Joy   buraya.

 Ve   burası da banyo.

 - Evet, hepsi bu kadar.

 - Çok iyi.

 Tamam, sizi yalnız bırakalım da yerleşin.

 Harika.

 Neden benimle gelmiyorsun, Douglas?

 Daha sonrası için ne düşünüyorsun, Warnie?

 Bir fincan çay mı?

 Evet, bir fincan çayla, çok fazla yanlış yapamazsın.

 - Joy?

 - Teşekkürler.

 Bu arada, üniversitenin başkanı, bu akşam   bir Noel partisi düzenliyor   ve korkarım, benim orada bir süreliğine de olsa görünmem gerek.

 Benimle gelmek ister misin, diye sorsam?

 Douglas'la mı?

 - Douglas?

 - Teşekkürler.

 Jack, sorun değil.

 Biz erken yatarız.

 Siz de, bizsiz gidersiniz.

 Ne yazık.

 Hoşlanacağını düşünmüştüm.

 Mrs.  Young'dan rica edebiliriz.

 Fazla geç kalmayız.

 Benim için sorun yok.

 İyice düşüncesiz olmaya başladım.

 Daha yeni geldiniz.

 Sıcak su torbanı ister misin?

 İşte, burada, şık kılıfı içinde.

 Tamam, onu yakınında tut.

 Sence neden, bütün evi ısıtmıyorlar?

 Şey, bilmiyorum.

 Burası çok ilginç bir ülke   ama sahipleri çok dost canlısı.

 Okuduğun bölümü bitirip, duanı ettin mi?

 Yanağına kocaman bir öpücük kondurdum.

 - İyi geceler.

 - İyi geceler.

 - İyi akşamlar, Binbaşı Lewis.

 - İyi akşamlar, Roberts.

 - Mr.  Lew  - İyi akşamlar, Roberts.

 İyi akşamlar.

 Gel ve üniversite hocalarıyla tanış.

 - Onu nereden buldu, Tanrı aşkına?

 - Ona mektup yazıyordu.

 Ah!

 Mektup arkadaşı.

 Merhaba.

 İngiltere'ye ilk ziyaretiniz mi, Mrs.  Gresham?

 Evet, ilk gelişim ama uzun zamandır gelmek istiyordum.

 - Sizi İngiltere'ye getiren neydi?

 - Bir kitap yazıyorum   ve burada bir yayımcı bulmayı umuyorum.

 Christopher, buradasın.

 Evet, Jack, buradayım.

 Lütfen, sana Mrs.  Gresham'ı tanıştırmama izin ver.

 - Profesör Christopher Riley.

 - Profesör Riley.

 - Memnun oldum.

 - Ben de.

 Kitabınızla ne başarı  elde ettiniz?

 Doğrusu, henüz görülmeye hazır değil.

 Bunun sizi durdurmasına izin vermeyin, Mrs.  Gresham.

 Jack'ı durdurmaz.

 Affedersiniz?

 Sizin Amerika Birleşik Devletleri'nden olduğunuzu düşünmekte haklıyım, değil mi?

 - Evet, doğru.

 - Belki bir konu hakkında   merakımı tatmin edebilirsiniz.

 Ben Amerikalıları, ata binen, kaba konuşan, mantığıyla davranan   insanlar olarak biliyorum.

 Ama Jack bana   kendi çocuk öykülerinin orada çok sattığını söyledi.

 - Onları kim alıyor olabilir?

 - Şey, Profesör Riley   biz, hepimiz kovboy değiliz.

 Siz, hiç Jack'in çocuk kitaplarından birini okudunuz mu?

 Jack, ana temalarını bana yüksek sesle okuyor.

 Onun, arkadaşlığı test etme yöntemlerinden biri bu.

 Bence, onlar oldukça büyüleyici.

 Tebrikler, Jack.

 Bir ruh eşi bulmuşa benziyorsun.

 Bizim ruhumuz olmadığına inanıyorsun, sanmıştım.

 Şey, evet.

 Ben ruhun, çok kadınsı bir aksesuar olduğuna inanırım   anima; erkek versiyonu olan animus'tan çok farklıdır.

 Bu benim; cinsiyetler arasındaki şaşırtıcı farkı, açıklama biçimim.

 Erkekler zekaya sahiptir   kadınlar ise ruha.

 Sizin de dediğiniz gibi, Profesör Riley   ben Birleşik Devletler'denim   ve farklı kültürler, farklı konuşma tarzına sahiptir.

 Biraz açar mısınız?

 Saldırgan olmaya mı çalışıyorsunuz yoksa sadece aptal olmaya mı?

 Gel, seni bazı arkadaşlarımla tanıştırayım.

 Affedersiniz.

 Üzgünüm.

 Merhaba.

 Biz küçükken, çocuk odamızda dururdu.

 Eğer, artık ona ihtiyacınız yoksa, atmalısınız.

 Gördüğün gibi, eşyaları atmakta usta değilim.

 Bizim evimizde, tavan arası yok.

 Evde olmayı isterdin, değil mi?

 Evde, Noel'de, hep hindi yeriz.

 Bizde de hindi var.

 Kızılcık soslu mu?

 - Ah!

 - Babam, kızılcık sosunu çok sever.

 Öyle mi?

 Ve karı.

 Anneni mi, babanı mı daha çok seviyorsun, Douglas?

 Bu, annem   ve bu da babam.

 Fakat, babam biraz gürültücüdür   ben değilim.

 Nasıl gürültücü?

 Bağırmak gibi.

 Bağırmaktan nefret ederim.

 Evet, ben de.

 Bunun küçük bir gardırop olduğunu biliyordum.

 Mrs.  Young   kızılcık sosu yapma şansımız olabilir mi, acaba?

 Kızılcık sosu mu?

 O da nedir?

 Şey, sanırım, kızılcıkla yapılan bir çeşit sos.

 Evet, Mr.  Lewis, eğer bana kızılcık bulabilirseniz, onun sosunu yaparım.

 Evet, sanırım, Mrs.  Young bizi gururlandırdı, Warnie.

 Mutlu Noeller.

 Kocanın şerefine kadeh kaldırmak ister misin, Joy?

 - Elbette.

 Bill'e!

 - Bill'e!

 Amerika'ya telefon açabilir miyiz?

 - Evet, olabilir.

 İster misin?

 - Böyle iyi.

 - Çok geçmeden evde olacağız.

 - İsterseniz, bizce mahsuru yok.

 - Ben istiyorum.

 - Bu çok pahalı, Douglas.

 - Hadi, yapma.

 Sakıncası yok.

 - Yeni bir şeyin heyecanına kapılıyor.

 Hiç de değil.

 Babamla konuşmak istiyorum.

 Pekâlâ, konuşamazsın.

 Konu kapanmıştır.

 Sevimsiz şey, şu telefonlar.

 Ring, ring, ring.

 Yaptığın işi bırak, koş, acele et.

 Ring, ring, ring.

 Hiçbir anlamı yok.

 - Her şey yolunda mı?

 - Her şey yolunda.

 Douglas, yatağa gitmek konusunda hiç itiraz etmez.

 Görünen o ki, hiç bir konuda itiraz etmiyor.

  telefon hariç, belki.

 Doğru.

 Alabilir miyim?

 Elbette.

 Warnie de, kendini yatağa attı.

 Bazen, biraz aşırıya kaçıyor.

 - Dikkatini çekmiştir, sanırım.

 - Evet.

 - İşaretleri biliyorum.

 - Oh, işaretler mi var?

 İyi, yaşlı Warnie.

 Biliyorsun, değil mi?

 Neyi biliyorum?

 Şey, benim, Noel gecesi, oğlunun babasını aramasına   izin vermeyen annelerden olduğumu düşünmemelisin.

 Oh, şu mesele.

 Şey, benim üstüme  Sadece, bu  Bu öyle değil  Göründüğü gibi değil.

 - Anlıyorum.

 - Sormadığın için teşekkürler.

 Neyi sormadığım için?

 Bu kadın, kocası yanında olmadan, İngiltere'de ne yapıyor?

 Ah, şu.

 Ben- ben kaçtım.

 Her zaman bir hatadır, değil mi?

 Yani, sonunda her şeyle yüzleşmek zorundasındır.

 Evi terk ettim çünkü Bill, başka bir kadına aşık oldu.

 Hep romantik takılır   birine aşık olursan, onunla evlenirsin.

 Ben iki numarayım.

 Ondan boşanmamı istedi ki, üç numarayla evlenebilsin.

 Anlıyorum.

 Bill alkoliktir.

 Kontrol dışı bir sadakatsiz.

 Ve bazen şiddete eğilimlidir, sanırım onu yıllardır sevmiyorum.

 - Şiddet mi uyguluyor?

 - Yalnızca sarhoşken   ve kesinlikle ne yaptığının bilincinde değil.

 Bütün bunlar beni yıprattı.

 İşin gerçeği bu.

 Joy, bak, eğer benim yapabileceğim bir şey varsa  Var.

 Arkadaşım olabilirsin.

 Olduğumu umuyorum.

 Bin bakalım, genç adam.

 - Bunu ben alayım, efendim.

 - Evet, hoşça kal, Warnie.

 - Bizi misafir ettiğiniz için teşekkürler.

 - Hiç de değil.

 Sizi özleyeceğiz.

 Güle güle, Joy.

 Demek, yarın dönüyorlar?

 Evet.

 Tanrı'nın bizim mutlu olmamızı istediğinden emin değilim.

 Bence, o bizim sevmemizi   ve sevilmemizi istiyor.

 Yetişkin olmamızı istiyor.

 Çocuksu oyuncaklarımız, bize bütün mutlulukları   getirecek sanıyoruz   ve çocuk odalarımız, bütün bir dünya sanki.

 Fakat bir şey, bizi çocuk odalarımızdan   diğerlerinin dünyasına fırlatıyor   ve bu şey, bize acı veriyor.

 Onu özlüyorsun, değil mi?

 Şey, şimdi her yer daha sessiz, değil mi?

 Evet.

 Ben fazla konuşkan sayılmam.

 Senin bir çok erdeminden biri, Warnie.

 - Geri gelecek mi?

 - Hayır.

 - Teşekkürler.

 - Çok teşekkür ederim.

 - İsmin neydi?

 - James, efendim.

 - İşte, James.

 - Teşekkürler, efendim.

 - Bunu benim için imzalar mısınız?

 - Evet.

 Teşekkürler.

 Yılın bu zamanını hep sıkıcı bulmuşumdur.

 Sıkıcı mı?

 Ne için Jack?

 Henüz tüm yapraklar dökülmedi, yürüdüğün her yer çamur.

 Sisli sabahlar kayboldu.

 Güneşli sabahlar henüz gelmedi.

 Bana kar fırtınalarını ve donmuş boruları ver, ama yılın bu zamanını verme.

 Dünyanın, bu bekleme odasını verme.

 Bana söylesene, Christopher.

 Bunu nasıl kotaracağım?

 Tatmin olduğunu söyleyebilir misin?

 Ben nasılsam öyleyim.

 Dünya da nasılsa öyle.

 Benim tatmin olma tarzım, aksi halde yapılacak pek bir şey yok.

 Hiç ziyan olduğun hissine kapıldın mı?

 Elbette.

 İyi akşamlar.

 Umarım rahatsız etmiyorumdur.

 Girebilir miyim?

 Evet.

 Geçen gün Blackwell'deydim   ve seni bir kitap kiralarken gördüm.

 Hayır, çalarken.

 Onu çaldım.

 Buradaki kitapların çoğunu çaldım.

 Okunması için yazılmışlar.

 En azından ben onları okudum   bir çok insan yaptığından fazla bir şey bu.

 Yani, sen bizlerden farklı bir biçimde okuyorsun, öyle mi?

 Evet, öyle.

 Ben geceleri okuyorum.

 Benim tek sorunum, konsantre olabilmek.

 Bazen bütün gece.

 Yeni bir kitaba başladığım zaman ellerim titriyor.

 Gözlerim yerinden oynuyor  O da benim hissettiğim gibi hissediyor mu?

 O da benim gördüklerimi görüyor mu?

 Babam söylerdi  O da sizin gibi öğretmendi.

 Şey, pek sizin gibi değil.

 O, yalnızca, bir köy öğretmeniydi.

 Baban ne söylerdi?

 "Yalnız olmadığımızı anlamak için okuruz.”

 Sana biraz borç para versem, faydası olur muydu?

 Eğer yardım isteseydim, olurdu.

 Anlıyorum.

 Hoşça kal.

 Bizler, heykeltıraşın, yontarak   insan formu verdiği, taş bloklarıyız.

 O'nun çekicinin darbeleri canımızı ne kadar çok acıtırsa   bizler o kadar mükemmel oluruz.

 Çok teşekkür ederim.

 Teşekkürler.

 Mr.  Lewis, ne diyebilirim?

 Mr.  Lewis, sizi rahatsız etmek istemezdim.

 Tebrikler.

 - Harika bir eser.

 - Mr.  Lewis, ben Ohio'danım.

 Ohio mu?

 Evet.

 Ne hoş.

 Ben önden gidiyorum.

 Bize katılacaksınız, değil mi?

 Evet, katılacağım.

 Teşekkür ederim.

 Olağanüstü bir konuşma.

 Teşekkürler.

 Merhaba, Jack.

 - Burada ne yapıyorsun?

 - Konuşmanı dinlemeye geldim.

 - Oh, evet, ama  - Londra'da mı ne yapıyorum?

 Douglas ve ben artık burada yaşıyoruz.

 - Sahiden mi?

 - Bill'i mi ne yaptım?

 Biz boşandık, fakat böylesi hepimiz için daha iyi oldu.

 Evet.

 Neden yazmadın?

 Ne için?

 İznini istemek için mi?

 - Hayır.

 - Rahatsız mı oldun?

 Ben mi?

 Hayır.

 Neden rahatsız olayım?

 Öyleyse, her şey yolunda?

 Evet.

 Fakat, şey  Ben, gerçekten seni burada görünce çok şaşırdım.

 Ne yani, ölmemiştim ki.

 Sadece Amerika'daydım.

 Elbette.

 Tabi.

 Evet, ama, şey, yani, ben 

Ben seni düşünüyordum.

 Evet.

 Seni çok fazla düşünüyordum.

 - Yardımcı olabilir miyim?

 - Hayır, sorun yok.

 Sadece bir arkadaşımla konuşuyorum.

 Evet, ben   seni düşünüyordum, sen birden karşımdaydın.

 Hayır, ben karşındayım.

 Şimdiki zaman.

 - Şimdi ve gergin.

 - Çok özür dilerim   fakat komite, Mr.  Lewis'le görüşmek için bekliyor.

 Pekâlâ.

 Bir dakikaya kadar geliyorum.

 Peki.

 Nerede olduğunu bana bildir.

 Tabii ki.

 Hoşça kal.

 Umarım, doğru şeyi yapmışımdır.

 Hepimiz, buradayız.

 Yani, temelli buraya yerleşmiş, öyle mi?

 Yakın bir gelecek için.

 - Oğluyla beraber mi?

 - Evet.

 Onu sık sık görecek misin?

 Çok sık olacağını sanmıyorum.

 Tekrar Londra'ya gittiğimde uğrarım belki.

 Buraya gelip, beni yeniden görmen çok hoş, Jack.

 - Ne kadar meşgul olduğunu biliyorum.

 - Hayır, hiç de değil.

 Londra'ya gelmeyi dört gözle bekliyordum.

 Oxford'a gelip, bizi ziyaret etmelisin.

 - Biraz şeri ister misin?

 - Evet.

 Evet.

 Belki, Douglas'ın ilk sömestri bittiğinde.

 - İşte.

 - Teşekkürler.

 Warnie'yi yeniden görmeyi çok isterim.

 Douglas'ın puzzle'ını, yoldan çekebilirsin.

 - Pekâlâ.

 - Warnie'ye benden selam söyle.

 Ona söyle, başına dert olmayacağıma söz veriyorum.

 Neden başına dert olasın ki?

 Şey, Jack, açıklayamayacağım.

 Neyi açıklamayacaksın?

 - Sen niye bana öyle bakıyorsun?

 - Nasıl?

 Sanki, sana yalan söylüyormuşum gibi.

 Yani, söylediklerim konusunda.

 Hayır, biliyorum.

 Sadece, her şeyi anlatmak istemiyorsun, değil mi?

 Pek de öyle denemez.

 Çok uzun sürer.

 - Bölümü bitirdin mi?

 - Neredeyse.

 - Henüz değil.

 - Pekâlâ.

 Sadece, birazcık daha.

 - Saçların kuruyuncaya kadar.

 - Tamam.

 İyi geceler, Jack.

 - İyi geceler, Douglas.

 - Bekle.

 Bir öpücük ver.

 - İyi geceler.

 - İyi geceler, anne.

 Tatlı rüyalar.

 Yemeğe bir göz atacağım.

 Benden ne tür şeyler söylememi bekliyorsun?

 Pekâlâ, Jack, seninle arkadaş kalmak istiyorum   bu yüzden, eğer bunu senin için zorlaştıran bir şey varsa, bilmeliyim.

 Anlıyorum.

 Ayrıca, nerede olduğumuzu, bizim de bilmemiz gerek.

 İnsanların neler konuştuğunu bilemezsin, öyle değil mi?

 İnsanlar sonuç çıkarıyor.

 İki insanın sadece arkadaş olmasına izin verilmemesi   bazen beni, anlıyor musun  çok kızdırıyor.

 Yani, bizim gibi.

 Bizim gibi.

  Arkadaşlık, basit bir şeydir, demek istemiyorum.

 Aslına bakarsan; bence, insan hayatındaki en kıymetli armağan.

 Fakat?

 Fakat, bu dostluk, olmadığı yerlere çekilip   sulandırılmamalı.

 - Örneğin?

 - Örneğin   şey, bir örnek vermek gerekirse, romantik aşk.

 Bu arkadaşlık da, kendi çapında, aşkın bir çeşidi değil   demek istemiyorum.

 - Gördün mü?

 Anlayacağını biliyordum.

 - Daha da fazlasını anlıyorum.

 - Şunu açabilir misin?

 - Elbette.

 Sen bekar bir erkeksin, bense boşanmış bir kadın.

 Bazıları, senin bana karşı romantik hisler taşıdığını düşünebilir.

 Sen böyle hisler taşımıyorsun, bunu açığa çıkarmak istiyorsun  .

.

çünkü beni önemsiyorsun ve incinmemi istemiyorsun.

 Seni doğru anlamış mıyım?

 - Ne söyleyeceğimi bilemiyorum.

 - Bir şey söylemek zorunda değilsin.

 Ben söyledim.

 O kadar zor değilmiş, değil mi?

 Ben bunu böyle  her neyse.

 Adını koyduk, hepsi bu.

 Evet.

 Artık benden korkman gerekmiyor, değil mi?

 Tanrım.

 Senden hiçbir zaman korkmadım.

 Neden öyle bakıyorsun  Senden hiç korkmadım.

 Jack   yaptığın her şey için sana minnettarım.

 Eminim, sana yardım için yapabileceğim ve bana söylemediğin   daha önemli şeyler vardır.

 İyi niyetini istismar etmek istemiyorum.

 Çekinecek bir şey yok.

 Bana çok yardımcı olabileceğin bir konu var.

 Ben düşündüm de  Oh, Jack.

 Bu benim için çok zor.

 Eğer senin için zor olacaksa, sadece hayır de, olur mu?

 Sadece hayır.

 Yani, suçluluk duyma, bahane uydurma ve kaçma.

 Evet, sanırım bir şekilde, üstesinden gelirim.

 Sana söylemem gereken bir şey var, Warnie.

 Evet.

 Şey  Joy'la evlenmeye karar verdim.

 - Öyle mi?

 - Hımm.

 Yapılacak en doğru şey gibi görünüyor.

 Öyle mi?

 Endişelenecek bir durum yok.

 Bunu kabul edişimin nedeni, onu İngiliz vatandaşlığına geçirmek   böylece, İngiltere'de yaşamaya devam edebilecek.

 - Onunla evlenerek mi?

 - Evet.

 Teknik olarak.

 Joy'la formaliteden bir evlilik mi yapacaksın?

 Yani, gerçek bir evlilik   Tanrı huzurunda yapılır, belediye memurları önünde değil.

 Joy, kendi adını kullanacak, eskisi gibi hayatlarımıza devam edeceğiz.

 Evlilik hayatına girmeden önce   etmek üzere olduğunuz yeminin, bazı mecburi ve   kutsal özelliklerini hatırlatmak durumundayım.

 Şimdi Mr.  Lewis, benden sonra tekrarlayın.”

Burada mevcut bulunan, bu insanların tanıklığında   beyan ederim ki; ben Clive Staples Lewis  Helen Joy Gresham'ı, nikâhlı karım olarak   alıyor ve kabul ediyorum.”

 Joy Gresham, benden sonra tekrarlayın.”

Burada mevcut bulunan, bu insanların tanıklığında   beyan ederim ki; ben Helen Joy Gresham  Clive Staples Lewis'i, nikâhlı kocam olarak   alıyor ve kabul ediyorum.”

 Yüzüğünüz var mı?

 - Hayır.

 - Hayır.

 - Pekâlâ.

 Hepsi bu kadar.

 - Sizlere, bir içki ısmarlayabilir miyim?

 Üzgünüm, Joy.

 12:22 trenine yetişmeliyim.

 - Peki, o zaman gidebilirsin, Jack.

 - Hoşça kal, Warnie.

 - Güle güle, Jack.

 - Hoşça kal, Joy.

 Birlikte bir içki içmekten memnun olurum, Joy.

 Çok naziksin, Warnie.

 Yolun aşağısında bir bar gördüğümü sanıyorum, bakalım mı?

 Tamam.

 - Gidelim.

 - İşte gidiyoruz.

 Yüce Tanrım.

 Bu fazlasıyla, alışılmamış bir deneyimdi.

 Evet.

 Jack'i bağışlamalısın.

 Şimdiye kadar, onu bir parça tanımayı başardım.

 Onu daha iyi anladığımı sanıyorum.

 Her şeyden önce, ona çok minnettarım.

 Bana kimsenin bilmeyeceğini söyledi.

 Şey, aslında bana dediği; sanki, hiç olmamış gibi olacağı.

 Büyük bir hata, Jack.

 Pişman olacaksın.

 Neden pişman olacağım, Chris?

 Tanrının terk ettiği bu yerde, bütün yaz kalmaktan dolayı.

 - Törenin ertesi günü, gidiyorum.

 - Nereye, Chris?

 - Tuscany'ye.

 Nereye olacak?

 - Aslında, oradan başka her yere.

 - Biraz peynir al.

 - Biz, Loire'ye kamp yapmaya   gidiyoruz.

 Kamp mı?

 - Sanırım bu yıl, misafir getireceğim.

 - Getirebilirsin, elbette.

 Laura sağken, torunları kampa götürmüştük.

 - Jack, misafir mi getirecek?

 - Evet.

 - Törene.

 - Tavsiyemi dinle.

 Çadırın dışında uyu ve sigara iç.

 - Neden?

 - Sivrisinekler.

 Onunla tanıştın.

 Joy Gresham.

 - Evet, elbette.

 - Amerikalı olan değil, değil mi?

 - Evet, Amerikalı olan.

 - Oxford'a geri mi geldi?

 Teşekkürler.

 Hayır, hayır.

 O, Londra'da.

 Töreni görmek istiyor.

 Bu giysiyle seni çok farklı hissettim.

 Bu, bir çeşit üniforma, aslında.

 Jack'in iş elbisesi.

 Jack, buraya gel.

 - Buraya gel.

 - Ne var?

 - Bir şey mi var?

 - Evet.

 Aldım.

 Sorun yok.

 - Sonra, biraz dolaşmak istersen

 - Bu iki yer boş mu?

 - Evet.

 Lütfen.

 - Sana yardım edeyim.

 - Şimdi Londra'da mı yaşıyor?

 - Evet.

 - Kocasıyla mı?

 - Hayır, hayır.

 Boşandılar.

 Bunu söyleyeceğini, nasıl hissettim, acaba?

 - Merhaba, Warnie.

 - Merhaba.

 - Sen iyi misin?

 - Biraz yoruldum.

 - Biraz oturmamız mümkün olabilir mi?

 - Evet.

 Henüz odalarımı görmedin.

 Sana göstereyim.

 Yorgun musun?

 - Kahve ister misin?

 - Evet.

 - Nescafe?

 - Elbette.

 İşte.

 Daha iyi.

 Çok daha iyi.

 Belki şu ayakkabıları değiştirmelisin.

 Bunu tartışamam.

 Ayrıca çok da kalmayacağım.

 Şimdiye kadar bildiğim, burada olmama bile izin verilmediği.

 Bayan ziyaretçiler; 10:00 ile 20:00 saatleri arasında kabul edilir.

 Bizimki yasal.

 Jack, bazen bir şakayı paylaşmakta çuvalladığın olmuyor mu?

 - Ne şakası?

 - Şey, burada evli olmadığımızı   ve bunun günah olduğunu düşünen arkadaşların var   ve evli olduğumuz bu süre içinde, aramızda hiç bir şey olmadı.

 Hangi arkadaşlar?

 Bazen gerçekten zor adam oluyorsun.

 Peki, burada neler yapıyorsun?

 Müthiş fikirler mi üretiyorsun?

 Aslında, öğretiyorum.

 Onlar ne yapıyor, ayaklarının dibine oturup, huşu içinde sana mı bakıyorlar?

 Hayır, hiç de öyle olmuyor.

 Eminim, öyle oluyordur.

 Burada, eskiden, çok sıkı savaşlar yaptığımızı söyleyebilirim.

 Senin kazandığın.

 Hepsinden daha yaşlı, ve daha zeki olmak   senin lehine olmalı.

 Ayrıca, okuyucuların da.

 Ne?

 Okuyucuların.

 Oh, senin arkadaş çeten   hepsi iyi eğitimli ve kurallara aykırı oynamazlar.

 - Sen neden bahsediyorsun?

 - Ve elbette bir de Warnie var.

 Orada pek rekabet yok.

 Bu saçma.

 Christopher Riley'e ne diyorsun?

 Hiç bir şeyi, yanıma bırakmaz.

 - Bunu biliyorsun.

 - Şüphe ve korku   acı ve terör hariç.

 - Bütün bunlar nereden çıktı?

 - Şimdi farkına vardım.

 Kendine öyle bir dünya kurmuşsun ki, kimse sana dokunamıyor.

 Sana yakın olan herkes, ya senden yaşça küçük   ya senden zayıf, ya da senin kontrolün altında.

 Neden üstüme geliyorsun?

 Arkadaş olduğumuzu sanıyordum.

 Arkadaş mıyız, bilmiyorum.

 Arkadaş edinmenin yolu bu değil, zaten.

 - Üzgünüm, Jack.

 - Anlamıyorum.

 Bence, anlıyorsun.

 Sadece hoşuna gitmiyor.

 Benim de öyle.

 Whistler.

 Gitmek mi?

 Nereye?

 - Londra'ya.

 - Ama neden?

 Para yüzünden mi?

 Sayılmaz.

 Bir yıl daha, sonra diplomanı alacaksın.

 Evet, ya sonra?

 Öğretmek mi, senin gibi?

 Herkesin benden ne istediğini merak ederim.

 İlk kez, bana sorduğun bir sorunun cevabını   bilmiyormuşsun gibi geldi.

 Bu iyi mi?

 İstediğin bu mu?

 Cahillik?

 Şaşkınlık?

 Sadece, geleceğimi senin kadar net biçimde görebildiğimi sanmıyorum.

 Gölgeler.

 Efendim?

 Hikâyelerimden biri.

 Gölge topraklarda yaşıyoruz.

 Güneş daima başka yerlerde ışıldıyor   bir yolun dönemecinde   bir tepenin arkasında.

 Alo.

 Bir Londra numarası, lütfen.

 Dün bir arkadaşım; çok cesur ve   iyi bir kadın   korkunç bir acıyla, yere yığıldı.

 Bir dakika önce, sağlıklı ve iyiydi   bir sonraki dakika, ıstıraplar içindeydi.

 Şimdi hastanede, ve bu sabah bana, onun   kanser olduğu söylendi.

 Niçin?

 Eğer birilerini seviyorsanız, onların acı çekmesini istemezsiniz.

 Bunu kaldıramazsınız.

 Onların acılarını, kendi üstünüze almak istersiniz.

 Eğer, ben böyle hissediyorsam  

Tanrı neden hissetmiyor?

 - O nasıl?

 - İyi değil.

 Çok üzgünüm, Jack.

 Sadece, onun yeniden iyi olmasını istiyorum, gördüğün gibi.

 Elbette istiyorsun.

 Bunu hepimiz istiyoruz.

 Ne korkunç bir dünyada yaşıyoruz.

 Bütün gece uyanıktın.

 Neden gidip, biraz uyumuyorsun?

 Hayır.

 Uyuyamam.

 Her şey çok çabuk oldu.

 Yeterince zaman bulamadım, hepsi bu.

 Ne için zaman?

 Bilmiyorum.

 Konuşmak, bir şeyler söylemek için.

 Fazla uzun sürmez.

 Hayır, sanmıyorum.

 Her ne ise, ben olsam hemen söylerdim.

 Evet.

 Haklısın, Warnie.

 Fakat kolay değil, anlarsın.

 Evet, bunu anlıyorum.

 - Mr.  Lewis.

 - Dr. Craig, bu benim kardeşim, Warnie.

 Memnun oldum.

 - Karınız.

 - Nasıl?

 Değişiklik var mı?

 Rahat etmesi için, elimizden geleni yaptık.

 Diğer yandan, başka söyleyecek bir şey yok.

 Ona ne kadarını söylediniz?

 Ona, kanserin sol kalça kemiğini erittiğini söyledik.

 - Oh, hayır.

 - Ciddi olduğunu biliyor.

 Kalça kemiği, bir dal gibi kırılmış.

 - Anlıyorum.

 - Yapılabilecek bir şey var mı?

 O ölüyor, Warnie.

 Bu benim tercih ettiğimden, daha katı bir ifade, Mr.  Lewis.

 Hayır.

 Ama bu doğru, öyle değil mi?

 Kanser çok ilerlemiş.

 Canın acıyorsa, konuşma.

 - Douglas, nerede?

 - Bir süreliğine, bizimle kalıyor.

 Onu seni görmesi için getireceğim, sen  hazır olduğun zaman.

 Teşekkürler.

 Suyun var mı?

 Daha önce de, beni görmeye geldin mi?

 Bir kaç kez.

 Tahmin etmiştim.

 İşte.

 Üzgünüm, Jack.

 Tüm bu sıkıntılara neden olmak istemezdim.

 Mantıksız konuşma.

 Sıkıntı çeken sensin.

 Demek istediğim, benimle ilgilenmek zorunda değilsin.

 Pekâlâ, seninle kimin ilgilenmesini bekliyorsun?

 Ne söylemeye çalıştığımı biliyorsun.

 Fakat başka kim ilgilenecek?

 Sen benim karımsın.

 Evet, teknik olarak.

 Ben de, sana teknik olarak bakacağım.

 Jack, ne kadar kötü olduğunu bilmeliyim.

 Bana söylemiyorlar.

 Çünkü kendileri de emin değil.

 - Lütfen.

 - Onlardan fazlasını bilmiyorum.

 Douglas buraya gelmeden önce, bilmem gerekiyor.

 Öleceğini söylüyorlar.

 Evet.

 Teşekkürler.

 Ne dersin, Jack?

 Ben Yahudiyim, boşandım, kalçam kırık ve kanserden ölüyorum.

 Sence, biraz tenzilat yaparlar mı?

 Bir şey mi biliyorsun?

 Farklı görünüyorsun.

 Bana gerçekten bakıyorsun.

 Daha önce bakmamış mıydım?

 Doğru şekilde bakmamıştın.

 Seni kaybetmek istemiyorum.

 Kaybolmak istemiyorum.

 Ne?

 Hemşire?

 Hemşire?

 Hemşire?

 Bu acı gerçekten gerekli mi?

 - Doktoru getireceğim.

 - İyi.

 İşte oldu.

 Yarın bir tane daha yaparız.

 Şimdi ne istersin?

 Işık açık kalsın mı?

 - Hayır, yatakta okuyacağım.

 - Kitabını aldın mı?

 - Burada.

 - Ne kadar okumana izin var?

 - Bir bölüm.

 - O zaman, bir bölüm.

 - Jack geldiğinde, uyanık olmak istiyorum.

 - O kadar uzun sürmez.

 - İyi geceler diler, değil mi?

 - Elbette.

 İyi geceler.

 İyi geceler.

 Değişiklik yok.”

İyi geceler"  dileyeceğine dair, Douglas'a söz verdim.

 Londra'da, hastanede.

 Görünüşe göre, her gün oraya gidiyor.

 - Onu çok sarsmış olmalı.

 - Dengesini kaybetti.

 - Kederli bir iş.

 - Sana bir şey söyledi mi?

 - Onunla ilgili mi?

 - Hımm.

 Hiçbir şey.

 - Tüm olanlar için çok üzgünüm.

 - Evet.

 Teşekkür ederim.

 Her şey çok ani oldu, anlıyor musun?

 İşlerini yoluna koyamamıştı   Douglas'a ne olacak, mesela?

 Sanırım, babası var?

 O, bunu istemezdi.

 İçkisi yüzünden.

 O, bir alkolik.

 Muhtemelen, akrabaları?

 Yani o, şey değil ki  Ne değil, Harry?

 Şey, o senin arkadaşın, tabii ama   ailen değil.

 Benim karım değil mi?

 Tabii ki değil.

 Bu imkansız.

 Düşünülemez bile.

 Joy, nasıl benim karım olabilir?

 Onu sevmem gerekirdi, öyle değil mi?

 Bu dünyadaki herkesten daha fazla   onunla ben ilgilenmeliydim.

 O kahrolası acıları ben çekiyor olmalıydım.

 Onu kaybetme ihtimali  Özür dilerim, Jack.

 Bilmiyordum.

 Ben de öyle, Harry.

 Burada büyüyor, gördün mü?

 Yeni bir diş geliyor.

 Bu harika.

 Ya alttaki ne durumda?

 Hatırladın mı?

 Oh, evet.

 Onu eve götür.

 Ben biraz daha kalacağım.

 8:40 trenini yakalarım.

 Tamam.

 Girebilir miyiz?

 Hiç gevrek çay keki yedin mi, Douglas?

 Sırrı, tereyağında.

 Öyle lezzetli ki, parmaklarını yersin.

 Gidip, biraz bulalım mı?

 Dişini yastığın altına koy.

 - Görüşürüz.

 - Güle güle.

 Hadi gel.

 Sırrı tereyağında.

 Bir sürü yiyeceksin.

 Görüşürüz.

 Evet.

 - Kalıyor musun?

 - Evet.

 Biraz daha.

 Seninle evlenmek istiyorum, Joy.

 Seninle; Tanrı'nın ve dünyanın huzurunda evlenmek istiyorum.

 - Beni onurlandırmak için mi?

 - Seni değil.

 Onurlandırılacak olan benim.

 Gördün mü, aklımı başıma getirmen, neye mal oldu?

 Sence, çok mu abarttım?

 Lütfen, beni terk etme.

 Biliyor musun, benim geldiğim yerde   ilginç ve eski bir gelenek vardır   bir erkek, bir kızla evlenmeye karar verince, ona sorar.

 Buna teklif etmek, denir.

 Burada da aynısı var.

 Ben mi kaçırdım?

 Bu aptal, korkak ve yaşlı adamla evlenir misin?

 Bu; söylemeye cesaret edebildiğinden daha fazla, sana ihtiyacı olan   nasıl olduğunu kendisi de bilmeden seni seven adamla, evlenir misin?

 Bu seferlik.

 Fazla konuşacak zamanımız olmadı.

 Ben iyiyim.

 Evet.

 - Annenle ben  - Bu aptal ülkeye neden geldik ki?

 Olduğumuz yerde iyiydik.

 Anneme söyledim ama beni dinlemedi.

 Babam, annemin hasta olduğunu biliyor mu?

 Ona söyleyen oldu mu?

 Evet, söylendi.

 Batıyor.

 Umurumda değil.

 Annenin seninle konuştuğunu biliyorum, şey hakkında  Evet.

 Senin için de uygun mu?

 Evet.

 Bu beni çok mutlu eder, sanırım, anneni de mutlu edecek.”

Ben, Joy; Jack, seni   bugünden, itibaren, alıyor ve kabul ediyorum.

 İyi günde, kötü günde.

 Zenginlikte, fakirlikte.

 Hastalıkta, sağlıkta.

 Sevmeye, saymaya ve itaat etmeye.

 Ölüm bizi ayırana dek.”

 Yüzükler.”

Bu yüzükle, seninle evleniyorum.

 Bedenimle, sana tapıyorum.

 Tüm dünya mallarımı sana bağışlıyorum.

 Burada bugün, Tanrı'nın birleştirdiklerini   hiç bir insanoğlu ayırmasın.

 Amin.

 - Evet?

 - Ben Whistler.

 Elbette.

 Evet.

 Nasılsın?

 - Teşekkür ederim.

 - Teşekkürler.

 Olayların sonuçlanma biçimi komik, öyle değil mi?

 - Farkına bile varmamıştım.

 - Belki de haklısın.

 Evet  - "Tartış benimle.

 Üstesinden gelirim.”

 - Efendim?

 - "Tartış benimle.

 Üstesinden gelirim.”

 Siz  - Öyle mi demiştim?

 Evet.

 Bugünlerde neler yapıyorsun?

 Öğretmenlik.

 Gülmekte serbestsiniz.

 Hayır, senin bir öğretmen olmak için yaratıldığından şüpheliyim.

 Bu işte iyi olabilmek için tamamen değiştim.

 İyi.

 - Baban da öğretmendi, değil mi?

 - Evet.

 - Evet.

 - Bir kaç ay önce öldü.

 Üzüldüm.

 Onu çok severdim.

 O, bunu biliyor muydu?

 Sanırım.

 - Bildiğini sanıyorum.

 - Evet.

 İnsan bazı şeyleri söylemeli.

 Zaman geçer, ve yine yalnız kalırsın.

 Evet.”

Yalnız olmadığımızı anlamak için okuruz.”

 Böyle demişti, değil mi?

 Baban?

 Bak, unutmamışım.

 Evet.

 - Jack, ne haber?

 - Haberler iyi.

 Evet, haberler iyi.

 - Çok sevindim.

 - Teşekkürler, Christopher.

 Christopher gülebilir, ama ben ne çok dua ettiğini biliyorum.

 Ve şimdi Tanrı dualarına karşılık veriyor.

 Bunun için dua etmiyorum.

 Dua ediyorum çünkü kendime engel olamıyorum.

 Dua ediyorum çünkü çaresizim.

 Dua ediyorum çünkü   içimden devamlı dua etme ihtiyacı geliyor, uyurken, uyanırken.

 Dua etmek Tanrı'yı değiştirmiyor.

 Beni değiştiriyor.

 - Doktor, o nasıl?

 - Sanırım, kendiniz görseniz daha iyi.

 - Size yetişirim, hemşire.

 - Tamam, efendim.

 Seyret.

 Daha fazlasını yapabilir misin?

 Pekâlâ.

 Yaklaş.

 Hepsi bu kadar.

 - Nasıldım?

 - Fena değil.

 Bu muhteşem.

 Gel, otur şöyle.

 Vay.

 Harika.

 - Burada kalmasına gerek var mı?

 - İyileşme hali sürdüğü müddetçe   buna gerek görmüyorum.

 Bu ne kadar devam eder?

 Haydi, açık konuşabilirsiniz.

 Aylarca olabilir.

 Haftalarca olabilir.

 Neden yıllarca olmasın?

 Bu kadar ilerlemiş bir vakada, bu çok alışılmadık bir durum olurdu.

 - Elimizden gelen her şeyi yaparız.

 - Doğru.

 Eve gitmeye ne dersin?

 - Ev neresi?

 - "Ev neresi?

"  ne demek?

 Oxford.

 Benim evim.

 Bizim evimiz.

 Biz evlendik.

 Hatırlıyor musun?

 - Haydi, onu eve götürelim.

 - Güzel.

 Benim için endişelenmene gerek yok.

 - Başımın çaresine bakarım.

 - Ne demek istiyorsun?

 - Yurda taşınırım.

 Sorun değil.

 - Bunu istiyor musun?

 - Sen istiyorsan.

 - İstemiyorum.

 - Öyle diyorsan.

 - Anlaştık o zaman.

 İşte.

 İyi geceler.

 Hazırım, Jack.

 İşte geldik.

 Acele etme.

 Oldu.

 Tamam mı?

 - Uzak değil.

 - Oturabilir miyiz?

 - Sık sık durmam gerekiyor.

 - Pekâlâ.

 Güzel.

 Biraz yükseliyoruz.

 - İşte oldu.

 - Evet.

 Teşekkür ederim, sevgilim.

 Ne için?

 Her şey için.

 - Sanırım uzansam iyi olacak.

 - Yavaş.

 - İşte.

 - Güzel.

 Evet, bu odaya bakınca   biraz erkeksi yanı gözüme çarptı.

 - Burası ne zamandır senin odan?

 - Yirmi beş yıldır.

 Belki de daha fazla.

 Hiç, başkasıyla paylaştın mı?

 Tuhaf hissediyor musun?

 Şey, yaşayacağımız süreçten tam olarak emin değilim.

 Yatarken genellikle neler yaparsın, Jack?

 - Tahmin edebileceğin şeyleri.

 - Anlat bana.

 Yani, kapıya geldin.

 Perdeleri çekerim.

 Pijamalarımı çıkarırım.

 - Nereden?

 - Yastığın altından.

 Sonra?

 Sonra, giysilerimi sandalyeye geçiririm.

 Dişlerimi fırçalarım   yıkanırım   yatağın önünde diz çökerim.

 Şey, önce yatağın örtüsünü kaldırır, sonra diz çökerim   dua ederim, sonra yatağa girerim.

 - Küçük bir çocuk gibi.

 - Öyle mi?

 Ya sonra?

 Sonra uyurum.

 Sırtüstü mü yatarsın, yan mı?

 Yan dönerim.

 Göster bana.

 Her şeyi, her zaman yaptığın gibi yapmaya devam et.

 Son anına kadar, ben de burada olacağım.

 İşte süreç bu.

 Saat kaç?

 Bakalım.

 Şu anda 6:00.

 Birileri, çan falan çalacak mı?

 Evet, bir sürü insan, bir sürü çan çalacak, bence.

 Ama önce, şarkı söyleyecekler.

 İyi misin?

 Güzel.

 Bak!

 - Atla!

 - Delilik.

 Bunlar deli, hepsi.

 Buna, moral yükseltmek diyorlar.

 Kabul et, seni buraya getirdiğime memnunsun.

 Bu putperestlik, vahşilik, biraz da aptallık, ama işe yarıyor.

 Gündoğumu, her zaman işe yarar.

 Basılı tutmalısın.

 Nasıl görünmesini istiyorsun?

 Böyle, değil mi?

 - Evet.

 - Öyleyse tarif et.

 - Güneş ışığıyla doluydu.

 - Merhaba.

 - Peki, yaz bunu.

 - Merhaba, Douglas.

 Jack, Altın Vadi nerede, demiştin?

 Herefordshire'da bir yerde, sanırım.

 - Çayın hazır.

 - Tamam.

 Konuştuklarımızı unutma.

 Bu önemli.

 Sonra bitiririz.

 Merhaba.

 - Nerede demiştin?

 - Herefordshire'da, sanırım.

 Hâlâ eskisi gibi midir, sence?

 Bundan çok şüpheliyim.

 Oranın, cennet olduğunu düşünürdüm, demiştin.

 Sadece, bir çocuktum.

 Haydi, orayı arayalım.

 Hiç balayı yapmadık.

 - Seyahat edebilecek misin?

 - Çok uzak değildir, değil mi?

 Bilmiyorum.

 Nerede kalacağız?

 Bilmem.

 Küçük bir kasaba otelinde?

 - Mutlu musun?

 - Evet.

 - Nasıl bir mutluluk?

 - Sadece mutluluk.

 - Benimki nasıl, biliyor musun?

 - Ne komik.

 Unuttum.

 Sen bir soru sorduğunda, hazırda bekleyen bir cevabın vardır.

 Öyleyse, devam et, söyle.

 - Hadi ama.

 - Şimdi söylemeyeceğim.

 Ne yapmam gerekiyor, dersine mi katılayım?

 Evet.

 Kitabımı satın al.

 Evet, işte bir otel, ve kasabanın içinde.

 Teşekkürler.

 Evet.

 Peki, hoşuna gitti mi?

 Çok güzel.

 Yolculuğun üstesinden gelmiş gibisin.

 Evet, fakat bir içki içebilirim.

 Oda servisi var mı?

 Oda servisi mi?

 Oda servisi, yatakta ettiğin dualardır, sanıyordum.

 O zaman sen, biraz dua ısmarlayabilirsin.

 Ben, cin tonik alacağım.

 Şimdi mi?

 Elbette.

 Neden olmasın?

 Pekâlâ.

 Tatlım?

 Telefonu kullanabilirsin.

 Nerede?

 Evet, telefon.

 Oda servisi.

 Alo?

 Evet, ben Mr.  Lewis, oda numarası  Affedersiniz, numarayı  oda numarasını unuttum.

 Zaten odadayım, gördüğünüz gibi.

 Öyle mi?

 İyi.

 Evet, bir cin ve tonik.

 Bir cin ve tonik.

 Evet, iki cin ve tonik.

 İki cin ve tonik.

 Öyle diyorum.

 Evet, özür dilerim.

 Teşekkürler.

 Hoşça kalın.

 Cin sevmiyorsun.

 Korkarım, panikledim.

 Buraya gel.

 Altın Vadi, "Dwr. Irmağı " boyunca devam eder.

 İşte, size haritada göstereyim.

 Buradan buraya kadar.

 - Niçin "Altın"?

 - Bu bir yanlışlık.

 Gal dilinde, su: dwr'dir.”

D'or" gibi söylenir, bu da Fransızca "Altın" demek.

 Aslında, hiç altın gibi değil.

 Sulu.

 Vadiyi nereden görebiliriz?

 Ben olsam, buradan   aşağı kavşağa doğru gider, ve şu küçük yoldan sola dönerim.

 Sizi tepelerin arasına kadar götürür.

 Biliyor musun, bunu neden yaptığımızı bilmiyorum.

 Evet, biliyorsun.

 Muhtemelen, aynı olmayacak.

 Değişmiş ya da bozulmuştur.

 Teşekkürler.

 Bekle, orasıydı.

 Yanılmışım.

 Vadi, doğu-batı yönünde miydi?

 Hiç fikrim yok.

 Şu anda, nerede olduğumuzu biliyor musun?

 Nerede?

 Orada.

 Evet.

 Orası.

 Papatya, papatya, bana cevap ver.

 İşte, oradayız.

 Başardık.

 Biliyor musun, daha fazla, başka bir yerde olmak istemiyorum.

 Yeni bir şey olsun diye beklemiyorum   bir sonraki köşenin ya da tepenin ardını aramıyorum.

 Şimdi buradayım.

 Bu kadarı kâfi.

 - Senin mutluluğun bu, değil mi?

 - Evet, bu.

 Böyle devam etmeyecek, Jack.

 Şimdi bunu düşünmemeliyiz.

 Şu anın güzelliğini bozmayalım.

 Bozmayacak.

 Onu gerçek yapacak.

 Yağmur durmadan ve biz geri dönmeden önce, söylememe izin ver.

 Söyleyeceğin şey ne?

 Ben öleceğim.

 Ve ben, sonrasında da, seninle olmak istiyorum.

 Bunu da ancak, şimdi bunu, seninle konuşarak yapabilirim.

 Bir şekilde idare ederim.

 Sen beni merak etme.

 Sanırım, bundan daha iyisi olabilir.

 Sanırım, sadece idare etmekten daha iyisi olabilir.

 Söylemeye çalıştığım şey   o zaman duyacağın acı, şimdiki mutluluğun bir parçası.

 Anlaşma böyle.

 Evet.

 Bu çok iyi.

 Irmağa gitme.

 Evet.

 Öğrendin.

 Bu iyi.

 İşte bu.

 Douglas, gel ve biraz ısın.

 Çok üzgünüm, Jack.

 Burada daha rahat eder.

 Merdiven çıkmayacak.

 Bir şey yapamaz mısın?

 Korkarım, yapamam.

 Douglas, gidip diğer yastığı getirir misin?

 - Teşekkürler, doktor.

 - Yarın görüşürüz.

 İyi geceler.

 - İyi geceler, genç adam.

 - Geldiğiniz için teşekkürler.

 Bir sürü aptal telaş, değil mi?

 Buraya gel.

 Haydi.

 Sarıl bakayım.

 Ona yardım et.

 Hatırlayacaksın, biliyorum bunu.

 Zor olacak.

 Konuştuklarımızı hep hatırla, çünkü çok önemli.

 İyi geceler.

 İyi geceler, anne.

 Git ve uyu.

 Kahretsin.

 İşte Joy.

 Al.

 Tanrım, seni böyle acı içinde görmeye dayanamıyorum.

 Sorun değil.

 Beni sessiz tutuyor.

 Yaklaştıkça, inanıp inanmadığının farkına varıyorsun, değil mi?

 Sen her zaman, gerçek hayat henüz başlamadı, demez miydin?

 Haklı olsan iyi olur.

 Hâlâ burada mısın?

 Hâlâ buradayım.

 Yatağına git.

 Biraz uyu.

 Daha sonra.

 Yorgunum, Jack.

 Dinlenmek istiyorum.

 Ama seni bırakmak istemiyorum.

 Ben de gitmeni istemiyorum.

 Çok fazla acı.

 Biliyorum.

 Ne yapacağımı bilmiyorum.

 Bana ne yapacağımı söylemelisin.

 Gitmeme izin vermelisin.

 Yapabileceğimden emin değilim.

 Douglas'a bakacak mısın?

 - Seni duyamıyorum.

 - Douglas'a bakacak mısın?

 Elbette.

 Aldırmıyormuş gibi davranacak.

 - Biliyorum.

 - Senin gibi.

 Daha fazla rol yapmak yok.

 Artık yok.

 Seni çok seviyorum.

 Konuşma sevgilim.

 Sadece dinlen.

 Sevgilim, sadece dinlen.

 Şişşt.

 Dinlen.

 Seni seviyorum, Joy.

 Seni çok seviyorum.

 Beni çok mutlu ettin.

 Bu kadar mutlu olabileceğimi bilmiyordum.

 Sen, benim tanıdığım en gerçek insansın.

 Yüce Tanrım   sevgili karım Joy'un yanında ol.

 Eğer onu çok fazla sevdiysem, beni bağışla.

 Hepimize merhamet et.

 Bugün burada, Joy kulunun bedenini, doğaya teslim için   toplandık: Toprak toprağa   küller küllere   tozlar tozlara.

 Bu taraftan, Douglas.

 Tanrı'ya inancımıza, şükürler olsun.

 Ancak inançla, üstesinden gelebiliriz.

 Biliyorum.

 Bana ne oluyor, Warnie?

 Artık onu göremiyorum.

 Yüzünü hatırlayamıyorum.

 Bu şoku bekliyordum.

 Onu bir daha görememekten   çok korkuyorum.

 Istırabın, her şeye rağmen sadece ıstırap olduğunu düşünmek.

 Nedensiz.

 Amaçsız.

 - Örneksiz.

 - L  Sana ne desem, bilmiyorum.

 Hiçbir şey.

 Diyecek bir şey yok.

 Artık biliyorum.

 Yalnızca, bir parça tecrübeyle yüz yüze geldim.

 Tecrübe, zalim bir öğretmen.

 Fakat öğreniyorsun.

 Tanrım, öğreniyorsun.

 Bir ikimizin, gerçekten gitmesi gerektiğini düşünüyorum.

 Hiç de değil.

 Kadını tanımıyoruz bile.

 Onu bir kaç haftadır görmedim.

 Bunu Jack'e söylemek istemezdim ama erken olması, geç olmasından daha iyi.

 - Kabullenmekte zorlanıyor mu?

 - Korkarım, öyle.

 Ruppert, daha sonra biraz konuşabilir miyiz?

 - Evet, efendim.

 - İyi akşamlar, Jack.

 İyi akşamlar.

 Gelmeyi düşünmüyordum ama sonra geleyim, dedim.

 Hayat devam etmeli.

 Etmeli mi bilmiyorum ama maalesef ediyor.

 - Çok üzgünüm, Jack.

 - Teşekkürler, Christopher.

 - Hepimiz çok derinden üzüldük.

 - Teşekkürler.

 Yapabileceğim bir şey var mı?

 Evet, sadece bana, belki böylesi daha hayırlıdır, deme, yeter.

 Neyin, neden olması gerektiğini, yalnızca Tanrı bilir, Jack.

 - Tanrı biliyor ama umursuyor mu?

 - Elbette.

 Biz burada pek azını görüyoruz.

 Bizler, yaratan değiliz.

 Bizler yaratıklarız, öyle değil mi?

 Bizler kozmik laboratuardaki fareleriz.

 Tecrübenin; bizim kendi iyiliğimiz için olduğundan şüphem yok   ama bu yine de Tanrı'yı; vivisectionist* yapıyor, öyle değil mi?

 Öyle değil.

 Bu, lanet olası korkunç bir pislik, ve nasılsa öyle olmaya devam edecek.

 Özür dilerim.

 Özür dilerim.

 Bu akşam pek havamda değilim, hepsi bu.

 - Evet?

 - Istırabın, senin kendi sorunun.

 Hayat sana, bir pislik gibi gelebilir.

 Ama Douglas da var.

 - Douglas'a ne olmuş?

 - Onunla konuş.

 - Ona ne söyleyeceğimi bilmiyorum.

 - Sadece, konuş onunla.

 Annem öldüğü zaman   senin yaşındaydım.

 Eğer onun iyileşmesi için dua edersem   ve gerçekten iyileşeceğine inanırsam   ölmez, diye düşünmüştüm.

 Fakat öldü.

 İşe yaramıyor.

 Umursamıyorum.

 Anneni çok sevdim.

 Belki de onu çok fazla sevdim.

 Bunu biliyordu.

 Bana: "Buna değer mi?" diye sordu   çünkü daha sonrasının nasıl olacağını biliyordu.

 Hiç adil görünmüyor, değil mi?

 Neden hastalandığını, anlamıyorum.

 Ben de öyle.

 Fakat   bazı şeyleri elinde tutamazsın, Douglas.

 Gitmelerine izin vermen gerekir.

 Cennete inanıyor musun?

 Evet, inanıyorum.

 Ben cennete inanmıyorum.

 Sorun değil.

 Onu yeniden görmek isterdim.

 Ben de.

 Tanrım.

 Merhaba.

 Siz kimsiniz?

 Chadwick, efendim.

 Bu sömestr, benim öğretmenimsiniz.

 Öyle mi?

 Chadwick miydi?

 Evet.

 Gel.

 - Chadwick, öyle mi demiştin?

 - Evet, efendim.

 Otur.”Yalnız olmadığımızı   anlamak için okuruz.”

 Böyle olduğunu düşünüyor musun?

 Şey, siz söyleyene kadar, bunu düşünmemiştim, efendim.

 Ben de öyle.

 Bazıları, buna; yalnız olmadığımızı anlamak için "severiz", diyebilirler.

 Sence?

 Eğer kastettiğiniz aşık olmaksa, ben gerçekten olmadım.

 Yani, aşk hakkında bildiklerim, kişisel tecrübelerden çok   okuduğum kitaplardan geliyor.

 Devam et.

 Dinliyorum.

 Hiç birimizin, yalnız olmayı isteyeceğini sanmıyorum.

 Kaybetmek bu kadar acı veriyorsa, neden aşık oluruz?

 Artık bir cevabım yok, sadece yaşadığım hayat var.

 Bu hayatta bana   iki kez, seçim hakkı verildi.

 Çocukken   ve erkek olduğumda.

 Çocuk güveni seçti.

 Erkek acı çekmeyi.

 Şimdi çektiğin acı, o zamanki mutluluğun bir parçası.

 Anlaşma böyle.

 Haydi, gel.

||

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar