Print Friendly and PDF

Translate

Tanriların Arabalari (1970) Erinnerungen an die Zukunft

|


92 dk
Yönetmen:Harald Reinl
Senaryo:Harald Reinl, Utz Utermann, Erich von Däniken
Ülke:Batı Almanya 
Tür:Belgesel
Dil:Almanca
Müzik:Peter Thomas
Çekim Yeri:Bolivia
Nam-ı Diğer:Chariots of the Gods
Oyuncular:Heinz-Detlev Bock, Klaus Kindler,
Christian Marschall, Aleksandr Kazantsev

Özet

'On bin yıl öncesinin insanı için uzay yolculuğu bir sorun değil, bir gerçekti. Bunun ispatı karanlık geçmişte tanrıların bıraktıkları ve bugün anlamını çözmeye çalıştığımız sayısız izdir...' Erich Von Daniken

Altyazı

Californiya'da 1800 metre yüksekte dünyanın en kuvvetli teleskopuna sahip bir rasathane bulunmaktadır.
  Mount Palomar.
  Teleskopun dev parabol aynası en uzak yıldızların ışığını bin kez kuvvetlendirmektedir.
  Bu beş metre boyundaki aynanın nakli için 75 km uzunluğunda bir caddenin inşa edilmesi gerekmişti.
  Mount Palomar'daki teleskop yeryüzünün 4 milyar ışık yılı derinliğine bakabilmektedir.
  Bir ışık yılı, bir dokuz ve oniki sıfır.
  Yani dokuz trilyon kilometreye eşittir.
  Burada bizden 18 trilyar kilometre uzak olan yıldız bulutlarının resmi çekilmektedir.
  Bir trilyar, bir tane bir ve yirmibir sıfırdır.
  Gökyüzündeki birçok yıldız Mount Palomar'daki muhteşem teleskop sayesinde tanınabilmektedir.
  Günümüzde "Acaba kaç yıldızda hayat var" sorusu dünyadaki birçok araştırıcıyı meşgul etmektedir.
  Bugün biliyoruzki sadece bizim samanyolu sistemimizde bulunan 50 milyona yakın yıldızda gelişmiş bir hayat mümkün olabilir.
  Aynı zamanda dünyamızın bu 50 milyon yıldızın biri tarafından  ziyaret edildiği de düşünülmektedir.
  Wernher von Braun şöyle demektedir: Kainatın sonsuz derinliklerinde sadece bitkisel ve hayvansal yaşamın varlığı değil, aynı zamanda akıllı varlıklarında var olmaları mümkündür.
  Hatta buna inanıyorum.
  Uzay yolculuğunun babası Prof.
  Hermann Oberth bize şunları anlatıyor: - Geçmiş zamanlarda yabancıların topraklarımızı ziyaret etmiş olmaları mümkündür.
  Bilim adamları bir çok fikri reddetmektedirler.
  Tren keşfedildiğinde insanoğlunun 30 km süratten fazlasına dayanamıyacağı öne sürülmüştü.
  Tanınmış Sovyet bilimci ve eğitimci Kasantzew Moskova'da şunları anlattı:
- Yeryüzü dış dünyalılar tarafından hiç ziyaret edilmiş mi sorusuna "evet" diye cevap verirdim.
  Minsk'teki bilim adamı Prof.  Saitzew şöyle diyor: - Evet.
  Dış dünyalıların bizi ziyaret ettiklerine inanıyorum.
  Çünkü gezegenimizde birçok izler bıraktılar.
  Bunları anlayamamıştık.
  Ancak şimdi bizde yıldızlara ulaşabildiğimiz için bu tür fikirlere hazırız.
  Hatırlıyorum, böyle başlamıştı.
  Başarısız kalkışlar peşimizi bırakmadı.
  Ancak araştırmalar devam etti.
  Roket teknolojisi bize yıldızlara giden yolu açtı.
  Daha bu yüzyılda insanoğlu Mars'a ayak bastı.
  Gelecek yüzyılda ise Venüs'e gidecek.
  Astronotlarımız yabancıların oturduğu yıldızlara ayak bastıklarında nasıl karşılanacaklar.
  Düşman olarak yada tanrı olarak.
  İlkel insanların aniden modern teknikle karşılaştıklarında nasıl davrandıklarını seyrettik.
  2.  Dünya savaşında Amerikan askerleri Güney denizinin dünyadan kopmuş adalarına inmişledi.
  Kendilerine havaalanı ve ikmal yerleri inşa etmişlerdi.
  Savaş bitince de evlerine dönmüşlerdi.
  Şimdi de garip bir olay oldu.
  Taş devri  döneminde yaşayan yerliler, samandan ve bambudan uçağa, ve ilkel taşıtlara benzeyen şeyler inşa ettiler.
  Çünkü onlar yabancıları tanrı gibi görmüşler ve onları gökyüzünden geri getirmeyi umuyorlardı.
  Çünkü onlar yerlilere kendi dünyalarında bulunmayan hazineler getirmişlerdi.
  Hiç görmedikleri aletler ve silahlar.
  Gökyüzü araçları hep toz ve gürültü bulutları arasında iniyorlardı.
  Beyaz saçlı yabancılar hiçbirzaman avlanmaya gitmiyorlardı.
  Ve hep yiyecekleri vardı.
  Gökyüzünden gelmişlerdi.
  Tanrı olmalıydılar.
  Yıldızların tanrısı.
  Yerliler bayaz tanrıların gelmesini sabırla bekliyorlar.
  Seçtikleri kişiler gece gündüz durmadan gökyüzüne bakıyorlardı.
  Bakıyor ve bekliyorlar.
  Ateş yakıyorlar.
  Nöbet tutuyorlar ve ümit ediyorlardı.
  Ancak tanrılar geri gelmedi.
  Bu bir tür dinin doğuşudur.
  Bütün masallarımız, efsanelerimiz ve dinlerimiz bu şekilde ortaya çıkmışlardır.
  Bunların temelinde de atalarımızın karşılaştıkları dış dünyalı, yüksek teknolojiye sahip varlıklar yatmaktadır.
  Bunu Sovyet profesörler Kasantzew ve Saitzew iddia etmektedir.
  Kızılderili Meksika'lılardan ve Güney Amerika'lılardan Mısır'lılar gibi Hint'lilerden çepeçevre tüm dünyadaki masallar, efsaneler ve dinler yabancı astronotların ziyaretinden bahsederler.
  Açık olarak astronot demezlerdi.
  Çünkü bu kelimeyi bilmiyorlardı.
  Yeryüzünü ilginç gökyüzü araçları ile ziyaret eden tanrılardan bahsederlerdi.
  Bu tanrılar ile ilgili haberler hayal olamazlar.
  Yoksa yeryüzündeki tüm toplumlarda aynı şeyleri bulamazdık.
  Tanrıların ziyareti ile ilgili haberler bugün hala okunmaktadır.
  Örneğin Tibet Kang-gyur kitaplarında.
  Kang-gyur Lamaismin kutsal metinlerini içeren bin kitaba sahip.
  Dünyanın en geniş şifreli yazısına sahip.
  Metinlerin ancak yüzde biri bu güne kadar deşifre edilebilmiştir.
  Bu metinlerde parlayan tanrıların yaşadığı, ve ışık saçan incilerden, şeffaf kürelerden bahsedildiğini öğreniyoruz.
  Bir şey kesindir.
  O da Kang-gyur'un deşifre edilmesi bize dünyalı varlıkların ziyareti hakkında pek çok şey anlatacağıdır.
  Bu Hintli kendisini Mahabharata'nın ilmine kaptırmış.
  Bu ulusal Hint efsanesi günümüzde hala halk arasında çok yaygındır.
  80. 000 mısrası en azından 6000 yıllıktır.
  Bu Mahabharata'nın metninden bir bölüm:  Burada da tanrıların ziyareti ile ilgili ilginç kanıtlara rastlanıyor.
  Sürekli olarak Vimaana'lardan  bahsedilmektedir.
  Bunlar civa ve güçlü basınç rüzgarı yardımı ile yükseklerde uçabilen gökyüzü araçlarıdır.
  Rus eğitimci Kasantzew'in Mahabharata'daki tarife göre ortaya çıkardığı Vimaana'nın yapısı bu şekildedir.
  Sadece gözleri ile ve kulakları ile bir roket kalkışına tanık olanlar bunları yazabilirler.
  Bhima, güneş gibi parlayan, dev ışıklar saçan ve gürültüsü şimşeği andıran Vimaana'sıyla uçtu.
  Dış dünyalıların ziyareti ile ilgili kanıtlar ararken diğer durağımız Bağdat.
  Irak'ın başkenti.
  İki akımın başkenti.
  Orada Irak müzesinde yeni bir iz bulduk.
  Burada bizim için önemli çivi yazıları saklanmış.
  Bu yazılar en azından 5000 yıllık.
  Duman bulutları ve gök gürültüleri ile yeryüzüne inen sır dolu yaratıklardan bahsediyor.
  Bu yüzyıla ait Gılgamış destanını anlatan oniki çivi yazısı bloku bulundu.
  Destan İncil'e benzer bir şekilde kainatın yaradılışını anlatmaktadır.
  Gılgamış destanının yazarları, İncil'in yazarlarından 2000 yıl önce yaşamışlardı.
  Gılgamış destanının kahramanı insan ve tanrı karışımıydı.
  Yedinci blok bize hayretler uyandıran bir şeyler gösteriyor.
  Enkido kahramanın arkadaşı.
  Burada eski bir taş tasarımı bulduk.
  Bize ilk uzay gezisini göstermektedir.
  12 saat bir gökyüzü aracı ile yeryüzünden uzaya çıktıktan sonra şöyle demektedir: Aşağıya yeryüzüne bak.
  Nasıl gözüküyor?
  Denize bak, sana nasıl görünüyor?
  Ve toprak un lapasına, denizde yalağa benziyor.
  Amerikalı astronot da yeryüzünün görünüşünü aşağı yukarı aynı kelimelerle tasvir etmişti.
  Ölü Deniz'in üstünden uçuyoruz.
  Bu geçit vermez Qumran kayalıklarında 1947 yılında çobanlar kaçan keçilerini arıyorlardı.
  Bu mağaraların içinde tesadüfen Qumran metinlerini buldular.
  Aşağı yukarı 2000 yıl önce deri üstüne yazılmışlardı.
  Qumran metinlerinde yeryüzüne gelen garip gökyüzü araçlarından ve gökyüzünün oğullarından bahsedilmektedir.
  Ve tanrılar her geldiklerinde arkalarında ateş ve duman bulutları bırakmaktaydılar.
  Eski kaynakların ancak binde biri kadarı sırlarını ifşa etmiştir.
  Pek az bilim adamı bunların deşifre edilmesinde çalışmaktadır.
  Parşömen, ağaç kütükleri ve tahta üzerine yazılmış bir yığın yazı arşivlerde tozlanmaktadır.
  Ne kadar az olsa bile şimdiye kadar deşifre edilenleri anlatmamız lazım.
  Bu olayların içeriği araştırılmalıdır.
  Gökyüzü araçlarını ve tanrıların ortaya çıkışlarını anlatan tüm levhaları hayal ürünü olarak düşünmemeliyiz.
  Bir düşünün.
  Güney denizi adasındakiler ilk defa uçak gördüklerinde nasıl tepki göstermişlerdi.
  Eğer yazıları olsaydı bize yabancı tanrıların ziyareti hakkında haber vereceklerdi.
  Bizim görevimiz tüm masalların, destanların gerçekliğini araştırmaktır.
  Birisi bunu yüzyıllar önce yapmıştı.
  Burada küçük Asya'nın kıyılarında 1864 yılında biri Truva'yı aramıştı.
  Bu tümseğin altında onu bulmuştu.
  Bu kişi Heinrich Schliemann'dı.
  Homerus'un türküleri Iliada ve Odysse'yi anlatmayı kafasına koymuştu.
  O zamanın bilimine göre bu ne kadar saçma idi Herkes bilirki Homerus şarkılarını İsa'dan önce 8.  yüzyılda yazmıştı.
  Ve dizeler de dize gibi değildi.
  Schliemann, Homerus'un mısralarının tarihi olaylar olarak algılanması gerektiğine inanıyordu.
  Sonunda gençliğindeki rüyasını gerçekleştirdi.
  Homerus'un metinlerinden Truva'yı ortaya çıkarmış ve Priamos'un hazine odasında bulduğu altın mücevheri karısına takmıştı.
  Schliemann  Homerus'un tasvirinde anlattığı gibi onun dizelerini ele alıp Truva'yı buldu.
  Bir zamanlar alay konusu olan Heinrich Schliemann, günümüzün en büyük arkeologlarından biridir.
  Onun eski kaynaklara olan inançlarını takip edelim ve İncil'i anlatalım.
  İncil'de derki: Tanrı  Sodom ve Gomorra üstüne kükürt ve ateş yağdırdı.
  Gerçekten Sodom ve Gomorra'da ne oldu.
  Birinci kitabın 19.  bölümünde Musa dramatik olayla ilgili açıklamalar yapar.
  Tanrı Lut ailesini ikaz etmek için kendi habercisini yollar.
  Lut'a derlerki: Kendini kurtar ve arkana bakma.
  Buralarda kalma.
  Dağlara kaç ki kaçırılmayasın.
  Bugün biliyoruz ki bir dağ kitlesi kişiyi ışınlardan korur.
  Gökyüzü gemileri sıkıştırıyorlardı.
  Şehri terkedin.
  Bir imha savaşı için geri sayımın başladığını biliyorlarmıydı?
  Bir şey kesindi.
 Yanan şehirler  Sodom ve Gomorra bir darbe ile imha edilmişlerdi.
  Yeryüzünde kaynakları olmayan dev bir patlamayla.
  İncil haberi şöyle bildiriyor: Ve geriye çölden ve kurumuş topraktan başka bir şey kalmadı.
  Sina dağının 2000 metre yüksekliğinde Horeb tepesi vardır.
  Musa burada tek başına tanrısından on emri almıştı.
  Aynı yerde Birleşik Kutu'nun inşaası hakkındaki bilgileri de almıştı.
  İkinci kitabın 25.  bölümünde bu inanılmaz inşaatın nasıl ortaya çıktığını anlatan kısım bulunmaktadır.
  - Çam ağacından bir kutu yap ve bunun içini ve dışını altınla kapla.
  Ve çepeçevre altın bir pervaz yap.
  Tanrının birleşik kutu ile ilgili yaptığı açıklamalar çok açıktır.
  Tanrının deyimine göre kimse birleşik kutunun yanına gitmemeliymiş.
  Çünkü hayati tehlike varmış.
  Ama o Musa ile kapağın bulunduğu kısımdan, Musa'nın onu göremiyeceği şekilde konuşmak istiyormuş.
  Musa Birleşik Kutu'yu taşıyanların özel ayakkabısı ve giyimi ile ilgilenmeliydi.
  Eğer bir kimse Musa'nın tanrısının verilerinden yola çıkarak Birleşik Kutu'yu inşaa ederse ortaya bir çok yüz voltluk bir kondansatör çıkar.
  Altın yüzlerin bir tarafı negatif, diğeri pozitif yüklenmişti.
  İncil'de ne zaman Birleşik Kutu'dan bahsedilse burada da eski resimlerde olduğu gibi kutu parlayan kıvılcımlarla çevrelenmiştir.
  Ve Musa Birleşek Kutu'yu inşaa ederken ne zaman isterse tanrısıyla direk iletişime geçebiliyordu.
  Acaba üst kapak tanrının sesini duyuran bir hoparlörmüydü?
  1961 yılnda Minnesota'daki bir Amerikan kolejinin öğrencileri Musa'nın anlattığından yola çıkarak bir Birleşik Kutu inşaa ettiler.
  Ancak öğretmenler yapımı durdurmak zorunda kaldılar.
  Çünkü hayati tehlikeler arzeden fırtınalar oraya çıkıyordu.
  Güncel bir yaklaşımla okunduğunda İncil'de hayret verici haberler bulunabilir.
  Sizde okuyabilirsiniz.
  Elias Hemelvaar anlatıyor: Eğer bir kimse bu ürkütücü olaylara gözüyle şahit olmadıysa bu haber tanımlanamaz.
  Ateşler içinde bir araba, ateşler içinde atlarla Elias'ı aldı ve Elias geri döndüğünde inanılmaz olaylar yaşadı ve bilgi ile doldu.
  İncil'de şöyle devam ediyor; Peygamber Ezechiël anlattı ve inanan ressamlar çizdiler.
  30'uncu yılda, 5.  günde ve 4.  ayda meydana geldi ve gökyüzü açıldı.
  Ben rüzgar fırtınasının kuzeyden geldiğini ve ışıldayan, durmadan alev saçan büyük bir bulutu gördüm.
  Tam ortada insana benzeyen dört tane yaşayan canlı şekil gözüktü.
  Herbirinde dört kanat ve herbirinde dört surat vardı.
  Önden insan, yanlardan ve arkadan kartal, boğa ve arslan gibiydiler.
  Ezechiël hiç görmediği teknik teçhizatla donatılmış uzay gezgincisini başka nasıl anlatabilirdi ki?
  Her birinin yanında, yerde bir tekerlek gördü.
  Tekerleklerin dış görünümü parlayan mücevherlere benziyordu.
  Ve her tekerlek diğerinin içindeymiş gibiydi.
  Kendini döndürmeden dört yöne doğru hareket edebiliyordu.
  Tekerleklerin jantları vardı ve dört tekerleğin de jantları çepeçevre gözlerle doluydu.
  Bunlar bir uzay gemisinin jetlerimiydi?
  Dört tanrı oğlu Ezechiël'i bıraktıklarında, Ezechiël şöyle demişti: Arkamda tekerleklerin tıkırtısını, aynı zamanda da güçlü bir gümbürtü duydum.
  Bugün insanoğlu derdiki: İşin jetlerinin gürlemesi ile roket kendini yerden kaldırır.
  Şimdi de resimler kendilerini anlatıyorlar.
  İncil'in resmini yapan sanatkarlar böyle yorumluyorlardı.
  Vaadlerin direği, metal bacaklı ve ayakları tabak şeklinde bir yaratık.
  Size tanıdık gelmiyor mu?
  Sağdaki resim parçasına bakınız.
  Bu  Desani manastırı.
  Güney Yugoslavya'da.
  Dünyadan uzakta sessizlik içinde 14.  yüzyıla ait freskler buluyoruz burda.
  Gazete, fresklerle ilgili şunları soruyor: Desani'deki ikon ressamları, uzay gemileri mi çizdiler?
  Evet uzay gemilerine benziyorlar.
  Birincisinde bir adam oturuyor.
  Eli vites kolunun üstünde.
  İkinci uzay gemisine bakıyor.
  Modern damla şekline ve ışın saçan jetlere dikkat edin.
  Uçakları seyredenler yüzlerini elleri ile koruyorlar.
  Yüzlerinde korku ve dehşet var.
  Bu resimler ile ilgili inandırıcı bir açıklama yok.
  Aynı şekilde İtalya'da Val Camonica.
  Burada da bir çok değişik duvar boyamaları ortaya çıktı.
  Altında ise hantal giysiler içinde garip tanrı resimleri var.
  Miğferlerinin üstünde antenler var.
  İstanbul.
  Haliç kıyısındaki şehir.
  Topkapı Sarayı burdadır.
  Burada Türk amirali Piri Reis'in 18.  yüzyılda doğudan getirdiği gizemli haritaları aradık ve bulduk.
  Aralarında en eskisi  milattan sonra 1.  yüzyıla ait.
  Tahminen faydalandığı kopyalar da daha eski haritalara ait.
  Daha sonra insanlar haritaları hayvanlar ve gemilerle süslemişler.
  Burada bir tane var.
  Bu Avrupa'nın, Afrika'nın, Orta ve Güney Amerika'nın bir kısmını göstermektedir.
  Bir deney yapalım.
  Var sayalımki biz Kahire'nin üzerinde bir uzay gemisindeyiz.
  O zaman kıtayı değişik bir şekilde görürüz.
  Ve şimdi dikkat edin.
  Piri Reis'in haritası bizim bulunduğumuz uzay yüksekliğindeki bakış açımızla aynı.
  Bir örnek daha.
  Bu harita günümüzde yeni keşfedilmiş yerleri gösteriyor.
  Antarktika.
  Ancak 19.  yüzyıldan bu yana Antarktika'nın bir kıta olduğunu biliyoruz.
  Yalnız bu harita 1532 yılından.
  Eğer bu yeryüzü haritalarını açıklamak istiyorsak, o zaman şöyle demeliyiz: Bu haritanın örnekleri uzay boşluğundan atıldı.
  Kahire.
  Nil kıyısında üç milyonluk şehir.
  Kahire'den 20 km uzaklıkta Gizeh'de insanlık tarihinin en büyük bulmacası bulunmaktadır.
  Piramitler.
  Cheops piramidinin tabanı 53 000 metrekaredir.
  Bu rakam 530 ailenin evine yetmektedir.
  Yapının bitimindeki kutlamalarda, yüksekliği 147 metreydi.
  Bu gün on metre daha kısadır.
  Yayalar içeri kısımlara girebiliyorlar.
  Piramidin ağırlğı 5. 5 milyon tondur.
  Bu da 65 000 ağır lokomotife eşittir.
  2,3 milyon taş bloktan dünyanın yedinci harikası ortaya çıktı.
  Ve her bir taş 2. 5 ton ağırlığındadır.
  Bu yapı taşları Nil'in öbür kıyısından, Mokadam dağından taşınmışlardır.
  O zamanlar ne vinç vardı ne de kamyon.
  Peki nasıl?
  Tabi tahta kütükler üzerinde.
  Zannetmem.
  O zamanlar bu günkü gibi burda birkaç hurma ağacı vardı.
  Onlarda piramit işçilerine yemek olarak dağıtıldı.
  Fellahlar bu dev taşları 147 metre yüksekliğe nasıl itip çıkartabiliyorlardı.
  Şöyle bir hesap yapalım.
  Eğer 20 000 işçi büyük bir götürü içinde günde 10  bloku getirip üst üste koyarsa, genede piramidi bitirmesi için 664 yıla ihtiyaçları vardı.
  O zaman bir firavun tarafından mozole olarak inşaa edilemezlerdi.
  Eğer Cheops piramidinin uzunluğunu bir milyar ile çarparsanız, o zaman hemen hemen güneşe olan uzaklığını bulursunuz.
  Tesadüf değil.
  Cheops piramidinin içinden geçen boylam, kıtayı ve okyanusu iki eşit parçaya bölmektedir.
  Bu sadece tesadüf.
  Hollandalı matematikçi Ludolf 16.  yüzyılın sonunda, dairenin çevresini bulmamıza yarayan "Pi" sayısını bulmuştur.
  Eğer Cheops piramidinin taban çevresini, yüksekliğinin iki katı ile çarparsanız, ilk olarak 4000 yıl sonra bulunan Ludolf'un sayısı  "Pi" yi bulursunuz.
  Belki tesadüftür.
  Hayır.
  Piramitlerin inşaası sırasında ortaya çıkan, tesbit edilmiş matematiksel ve astronomik değerlerin hepsi tesadüf olamaz.
  Bu da Chefrin piramidi.
  1967 yılnda bilim adamları piramidin iç kısımlarını, gizli kovuklarını modern ışıklarla aydınlattıklarında bir sonuca varmadan çekilmek zorundaydılar.
  İlk defa araçlar değersiz bir sonuca vardılar.
  Eski bir Mısır atasözü şöyle der: Dünya zamandan korkar.
  Zamansa sadece piramitlerden korkar.
  Sfenks.
  Muammaların sembolü.
  20 metre yüksekliğinde, 73 metreden uzun.
  Ne zaman yapıldığı ise belli değil.
  Luxor'daki Nil Vadisi.
  Çölün ortasında verimli, ince bir toprak parçası.
  Önümüzde "Kraliçeler Vadisi".
  Firavunlar döneminde oraya kraliçeler gömülürdü.
  Bu oyuk şeklindeki girişlerin arkasında, kaya mezarlarına giden dik merdivenler, kavisli yollar vardır.
  Kayanın 100 metre aşağısında kraliçe  II.  Sethos'un mezarı bulunmaktadır.
  Mezar odasındaki dört köşeli kolonlar ve üzerindeki rölyefler kayalardan silinmektedirler.
  Burada da diğer mezarlarda olduğu gibi enteresan resimler görüyoruz.
  Gün ışığı olmadan ortaya çıkmışlar.
  Kubbede ise küf izine rastlanmaktadır.
  Yani meşale ve gaz lambası da hesaba katılmamıştır.
  Bilim adamları eskilerin güneş ışığını komplike ayna sistemi ile oyugun içine getirdiklerine inanmaktadırlar.
  O zamanlar kullanılan gümüş aynalar var olan ışığın yüzde kırkını yansıtabiliyorlardı.
  Birkaç aynadan sonra tüm ışık yokolurdu.
  Şemamız bunu anlatmamıza yardımcı olacaktır.
  Mezar odasındaki ilginç figürler duvarlarda yürümekteler.
  Hepsi bir sembolle gökyüzüne, uzaya olan bağlantıyı anlatmaktadırlar.
  Toetanchamon'un mezarı tüm kral mezarlarının en küçüğü ancak en ünlüsüdür.
  Diğer bütün mezarlar zaman içinde çalınmışlardır.
  Sadece bu mezar kendi zenginliğini korumuştur.
  Buraya bir daha uyanacağına inanan 19 yaşındaki kral tanrısı gömülmüştür.
  Bu mumya 3000 yıl önce vücüdunun tekrar keşfedilmesi için onarılmıştı.
  Tüm mumyalar güvenli yerlerde muhafaza edilmişlerdir.
  Mumyalama işlemi şimdiye kadar dini gerekçelerle yapılmıştır.
  Ama şöyle de diyebiliriz: Mumyalama Mısır'lıların dış dünyalı ziyaretçilerden gördükleri, vücütları korumak için yaptıkları yetersiz benzetmelerdir.
  Ramaseon.
  3000 yıllık.   II.  Ramses'in heykeli, tek bir taştan ortaya çıkmıştır.
  Savaşlar onu tahrip etmiş.
  Ağırlığı 1200 ton.
  600 kilometre genişliğinde Mokadam dağlarındaki taş ocaklarından buraya getirilmiş.
  Kimse nasıl olduğunu bilmiyor.
  Memnon kolonu.
  3500 yıllık.
  21 metre yüksekliğinde ve tek parçadan yapılmış.
  Her biri 100 ton ağırlığında.
  Mokadam dağından buraya getirilmiş.
  Güncel bir örnek.
  Size buna benzer taş figürlerin kaldırılmasının, sadece 180 metre taşınmasının ne kadar büyük bir masraf gerektirdiğini göstermektedir.
  Abu Simbel, Nil kıyısındaki bu tapınak abideleri ile birlikte yeni Assoean barajına boyun eğmek zorunda.
  Bu tapınağın inşaasından 3100 yıl sonra tüm kıtalardaki ulusların bu işi başarabilmeleri için güçlerini birleştirmeleri gerekmekteydi.
  Özel, modern araçlar tesis edilmeliydi.
  Kaldırma güçleri hidrolik preslerle kuvvetlendirilen vinçler.
  300 bin ölçümden sonra abidelerin yerleştirilmesi hesaplanabilmişti.
  Çünkü testere ile kesilmek zorundaydılar.
  Bu iş üç yıldan fazla sürdü.
  Hiç bir modern teknik bu çaptaki inşaat işiyle karşılaşmamıştı.
  Eski Mısır'lılar böyle işleri hiç bir teknik araçları olmaksızın nasıl çözümlemişlerdi?
  Luxor sütünu.
  3500 yıllık.
  26 metre yüksekliğinde pembe granitten tek parça şeklinde yapılmış.
  Buraya 300 km uzaklıktaki Assoean'dan getirilmiş.
  Karnak'taki sütün.
  30 metre yüksekliği ile Mısır'daki tüm direklerden daha yüksek.
  Ağırlığı 400 ton.
  Bu sütün Assoean'dadır.
  Bitirilmemiş.
  Aşağı yukarı 42 metre uzunluğunda.
  Dünyanın en büyüğü.
  Ağırlığı 1200 ton.
  Dünyadaki hiç bir vinç onu kaldıramaz hatta kımıldatamaz.
  Bu güneyin en meşhur taşıdır.
  İnsanoğlu tarafından yapılan en büyük taş.
  Ağırlığı 2000 ton.
  Baalbek için tasarlanmıştı.
  Lübnan'daki Baalbek.
  Beyrut'tan araba ile iki saatlik uzaklıkta.
  Tapınaklar Roma'lılar ve Yunan'lılar tarafından inşaa edilmişlerdi.
  Eski zamanlara aittiler.
  Ancak taklit bir temel üzerinde durmaktalar.
  Şimdiye kadar dünyada işlenmiş ve nakledilmiş en büyük taş bloklarından meydana gelmiştir.
  20 metre uzunluğunda, 4. 5 metre yüksekliğinde, 4 metre genişliğinde taş bloklar.
  Ağırlıkları 2000 tona kadar çıkmaktadır.
  Bu Baalbek terasları üstündeki tapınaklardan daha da eskidir.
  Devasa taşların işlenmesi ve taşınması hakkında bilim hiçbir açıklama yapamamaktadır.
  Rus araştırmacı Agrest bu taşları dış dünyalı uzay gemilerinin fırlatma rampası olarak görmektedir.
  Uçuşumuz batıya doğru devam etmekte.
  Hedefimiz Djanet vahası.
  Sahranın ortasında Cezayir'in 2000 km güneyinde.
  Djanet.
  Tassili'nin yüksek platosuna çıkış yolu.
  Günümüzde kırmızılaşmış çıplak kayalar ayın yüzeyi gibi kendilerini kum çöllerine dönüştürmektedirler.
  5000 yıl önce sahra verimli toprak yapısına sahipti ve diğer bölgelere oranla dünyanın en yoğun yerleşim yeriydi.
  Dağ yamaçları, fırtınalar ve güneş tarafından aşındırıldı.
  Dondurucu kuzey rüzgarları güneşte kavrulan kum çöllerinin 2000 metre üstündeki boğazları kırbaçlıyorlardı.
  Burada Tassili'de, binlerce kaya oyuk resmi bulunmuştu.
  En eski resimler 8000 ila 10000 yıl öncesine aittir.
  Ressamlar da o dönemlere aittirler.
  Avcı ve çiftçi idiler.
  Tassili'li sanatkarların motifleri hep aynıydı.
  Hayvanlar, avcılar ve şişkin kafalı bu garip figür ne anlama gelmekteydi?
  Ayakları üzerinde duran, dalgıçların veya astronotların taktıkları gibi yuvarlak miğferli yaratıklar da neydi?
  Gözler, ağız, burun yok.
  Sadece görme delikleri ve küçük yuvarlak aralıklar.
  Ağırlığı olmayan bu vücüt boşlukta süzülüyor.
  Yeryüzünde mi?
  Garip olan eski dönemlerin ressamlarının hayvanları ve etrafındaki insanları en ince ayrıntısına kadar çizmeleridir.
  Sadece yuvarlak kafalı insanlar ve devler hantal ve kesin olmayan hatlarla çizilmişlerdi.
  Neden?
  Herhalde sanatkarlar bu varlıkları yeterince açık ve yeterince uzun süre görmemişlerdi.
  Altı gün boyunca, günde beş ile yedi saat yürüyor, geceleri ise sahranın ışıldayan yıldızlarının altında, taşların ve kumun üstünde yatıyorduk.
  Bu anlaşılmazlar ülkesine büyülenmiş gibi bakıyorduk.
  Bu bir uzay istasyonunun taslağı mı?
  Burada kabartılmış bir levha var ve kaybolmak üzere olan bir figür.
  Ve burada yine ağırlığı olmayan karaltı halinde sürüklenen yaratıklar.
  Kafalar anlaşılmamakta.
  Giysileri ise açık renkte.
  Uzay gezisi için koruyucu giysiler mi?
  Eski resimlerin belirginleşmesi için son suyumuzla kayaları ıslatıyoruz.
  Şimdi figürleri garip miğferleri ile, eklem yerlerinde menteşeleri ile, kapanmış elbiseleri ile daha rahat görebiliyoruz.
  10 000 yıl sonra taslaklar zar zor tanınmaktadır.
  Onları milim milim tekrar çiziyoruz.
  Bir kaya geçidinin altında dik ve bombeli bir duvarın üstünde Fransız arkeolog Henri Lothe altı metre yüksekliğinde bir dev buldu.
  O'na Büyük Mars Tanrısı adını verdi.
  Henri Lothe daha hiç astronot tanımıyordu.
  Bunu karşılaştırabiliriz.
  Hemen aşağımızda kara Afrika duruyor.
  Zimbabve'nin içi.
  Nihayet: Zimbabve'nin harabe şehirleri, geçmişten kalma hayaletler.
  Konukların kim olduğunu hiç kimse hatırlamamakta.
  Tapınak adeta fabrikada yapılmış granit bloklardan oluşuyor.
  20 bin ton ağırlığında, 12 metre yüksekliğinde, aynı ölçüde kesilmiş 3 bin yıllık duvarlar.
  Bu mükemmellikteki taş ve duvarları kim üretmişti acaba?
  Acaba harabeler etrafında yaşayan, samandan evlerde oturan orman ahalisinin dedelerimiydi?
  Doğuştan duvarcı bir ırk mı acaba?
  Meksika.
  Tanrıların evlerinin olduğu bir dünyadayız.
  İlk durağımız Ulusal Müze.
  Aztek'lerin büyük takvim taşı.
  Çapı 3. 5 metre.
  Ağırlığı 24 ton.
  Daha önce boyanmış ve Güneş Tanrısı tapınağının önünde durmaktaydı.
  Efsanevi resimler, sonuçları bizleri hayratler içinde bırakan astronomi ile ilgili gözlemleri anlatmaktadırlar.
  Aztek'ler yılın uzunluğunu ay ve güneş yılını kombine ettiler ve bizim vardığımız sonucun aynısına vardılar.
  365 gün ve dörtte bir gün.
  Bu kesin tarihleri teleskoplar veya matematiksel araçlar olmadan hesapladılar.
  Veya kaynakları dış dünyada olan bir bilim mi vardı?
  Güncel bir bakış açısı ile bakmazsanız bu şekil esrarını korur.
  Bu tepeler ardında başka bir bulmaca.
  Cholula piramidi.
  Dış görünüşüyle insanlık tarihinin en büyük yapıtı.
  Bu piramit altı asırda yapılabilmişti.
  Büyüklüğü 350 metre x 350 metre ebatlarında.
  Yüksekliği 60 metreye yakın.
  Piramit, 2750 kilometre küp büyüklüğünde.
  Karşılaştırma yapılırsa, Cheops Piramidi 450 kilometre küp daha küçüktü.
  16.  asırda İspanyollar üzerine bir kilise yapmışlar.
  Sistematik bir şekilde yapılanma 20.  asırda başlamış.
  12 kilometre uzunluğundaki alt geçitler tüm çıplaklığı ile tamamen ortaya çıkmış.
  Bu alt geçidin amacı hala bilinmemekte.
  Şekil olarak bu piramitin, diğer dünya medeniyetlerinde yaygın olan piramitlerle benzerlikleri var.
  Bizim için bilinmeyen bir link mi var?
  Burası Orta Amerika'nın en büyük harabe şehri.
  Teotihuacan.
  Mexico City'den araba ile gidildiğinde bir saatlik mesafede olan bu şehir 2000 metre yükseklikte kurulmuştur.
  Sadece küçük bir kısmı ortaya çıkarılmış.
  Teotihuacan, "Tanrıların Şehri" anlamına gelir.
  Güney piramidi Tanrılar Şehri'ne hükmetmektedir.
  Tabanı 150 çarpı 140 metre, yüksekliği 66 metredir.
  Güneş piramidi ikibuçuk milyon tonluk bir dağdır.
  Teotihuacan'nın kimler tarafından ve ne zaman yapıldığı bilinmemektedir.
  Ancak Teotihuacan'nın bu geniş arazisinde tüylü yılan Quetzalcoatl tanrısınında tapınağı bulunmaktadır.
  Rivayete göre yıldızlardan gelmiş beyaz derili ve bıyıklı adam, insanlara adalet ve beceriler öğretmiş, mısır ve renkli pamuk yetiştirmelerine yardımcı olmuş.
  Her yerde onun sembolüne rastlamaktayız.
  Tüylü yılan kafası.
  Daha sonra Quetzalcoatl, Çoban yıldızına geri dönmüştü ama ileride bir gün tekrar geleceğine söz vermişti.
  Tula, Teotihuacan'dan 30 km uzaklıktadır.
  Efsaneye göre eski zamanlarda Tula, Maya'nın uzak şehirleri Chichen, Itza, Coba ve Uxmal'la gökyüzünde asılı bir merdivenle bağlanmışlardı.
  Bu abide şeklindeki heykeller toprakta bir sır saklayan dilsiz nöbetçilere benziyorlar.
  Hepsinde aynı kıyafet ve hepsinde garip miğferler.
  Savaşçı olmalılar.
  Göğüslerinde teknik bir aleti andıran kutular var.
  Ellerinde tuttukları aletler için ise hiç bir açıklama yapılamamaktadır.
  Sanki bize yabancı olan, dış dünyalı silahına benzıyor.
  Başkentten uçakla iki saat uzaklıktaki Monte Alban'da Oaxaca vadisi var.
  Eski Meksika medeniyetinin pırlanta gibi diğer bir örnek yapıtı.
  Bu nasıl oluşturulmuştu?
  Mimarı kimdi?
  Uçuşumuz yeni bulmacamıza doğru devam ediyor.
  Chichen Itza.
  Chichen Itza Yucatan eyaletinin eski Maya yerleşim bölgelerinden biri.
  Yapıları astronomi ile ilgili tarihlere göre donatılmıştır.
  Üç terasın üstünde Maya'ların rasathanesi bulunmaktadır.
  Şekli modern bir rasathaneye şaşırtıcı şekilde benzemektedir.
  Şu tanrı figürlerine iyice bakın.
  Kapsül şeklindeki çerçeve içinde, dümen kullanıyormuş gibi görünüyor.
  Burada da miğferinden anten şeklinde parçalar çıkmakta.
  Bu piramit taştan yapılmış, büyük ve geçit vermez bir takvimdir.
  Dört merdiveninde 365 basamak bulunmaktadır.
  Yılın her günü için bir tane.
  Burada da tüylü bir tanrı var.
  Kukulcan.
  O da yıldızlardan gelmişti ve geri dönmüştü.
  O'nun yerine ortaya kanlı bir tanrı çıkmıştı.
  Chac Mol.
  Elinde kurban edilen insanların kalplerinin konduğu çanağı tutmaktadır.
  Karanlık dönemdeki insanlar, Cenote adında kutsal bir kaynağa hacca yöneltiliyorlardı.
  Bakire kızlar gümüş renkli sularda yağmur tanrılarına kurban edilmekteydiler.
  Bundan kaçış yoktu.
  Bu taştan yuvarlak mükemmel bir krater.
  Tabii bir şekilde oluşması mümkün değil.
  İnsan eliyle, dışarıdan müdahale olmadan yapılmış olamazdı.
  Yanardağdan çıkan çıkan gazlar tarafından roket gibi fırlatılmış bir krater gibi adeta.
  Eski Maya'ların sırları sayısızdır.
  Ancak en büyük muamma şudur: Milattan 600 yıl sonra bütün halk zorluklarla kurdukları şehirleri aniden bırakıp yeni şehirler kurmak için kuzeyin tenha yerlerine çekildiler.
  Savaş, salgın veya ani bir iklim değişikliğiyle ilgili hiçbir iz yok.
  Sadece tanımlanamıyacak bir emir bu olaya yol açmış olabilir.
  Meksika'nın yüzbinden fazla sakini ile 16 şehri vardır.
  Burada Maya'ların evlatları yaşamaktadır.
  Eski Maya'dan geliştirilmiş kendilerine ait dilleri vardır.
  Latin Amerika'nın en sakin halkı.
  Suratları eski Maya heykellerine benzemektedir.
  Sonsuz bataklıkların üzerinden La Venta'ya uçuyoruz.
  Orada bu taş kafalardan düzinelerce var.
  Bataklığın ortasında.
  Her biri 200 ton ağırlığında.
  130 kilometrelik bir alanda hiç taş ocağı yok.
  Sadece bataklık ve balta girmemiş ormanlar.
  Yine kendi kendimize sormalıyız: Bu taşlar nasıl taşınır?
  Günlerdir Palenque'nin uçan tanrısını görmek için sabırsızlanıyorduk.
  Şimdilik aşmamız gereken zorluklardan haberimiz yok.
  Palenque'nin balta girmemiş ormanlarında sıcaktan ve nemden oluşmuş sis bulutu var.
  Akbaba sürüsünün telef ettiği ineklerin önünden geçip, Maya'ların kutsal şehrinin tapınaklarına doğru ilerliyoruz.
  Yine zorluklarla karşılaşıyoruz.
  Sekiz kere çekim iznimizi reddettiler.
  En sonunda başkalarına kapalı olan mezar odasına girmek için yarım saatlik izin aldık.
  Nefes nefese ve burnumuz akarak tapınağın merdivenlerine saldırdık.
  Ve aşağıya, sıcak nemli mezar mahseninin derinliklerine indik.
  Burası ilk defa filme alındı.
  Palenque'nin uçan tanrısı.
  Kameranın gördükleri o kadar şaşırtıcı ki her detayı filme çekmek istiyoruz.
  Burada kapsülün içinde bir adam oturuyor.
  Aletleri incelemekle meşkul.
  Elleri teknik araçları kullanıyor.
  Sol ayağı bir pedalı çeviriyor.
  Kapsülün sonunda, şurada alev kümesinin ışın saçtığı jetler açıkça görülmekte.
  Bu herhalde hepimizin bildiği gibi bir astronotun duruşuna benziyor.
  Üstündeki giyside, günümüz astronotu gibi belli bir amaçla giyilmişe benziyor.
  Bedeni saran geniş kemerli pantolon.
  Kolları el bileklerini saran bir ceket.
  Oturma yeri doldurulmuş.
  Güçlü sürat için bu gereklidir.
  Kontrol mekanizmasının önünde bir adam, kıyafeti bir astronotunki gibi.
  Bir aggrega, alev demeti dışarı fırlatılıyor.
  Bu taş resim Maya'ların deyimine göre yıldızlardan gelip, tekrar geri dönen Kukulcan tanrısını canlandırıyor.
  Paskalya adası.
  Binlerce sırrı olan Güney pasifikte kaybolmuş bir ada.
  Günümüzde yerliler adalarını hala Matakiterani, yani "gözler gökyüzüne bakar" diye adlandırıyorlar.
  Önümüzde uzanan bu adanın ismi Kuş Adamları Adası.
  İşte burada insan ve kuş vücütlu yaratıklar.
  Ancak bunlar gerçekten kuş vücütlular mı?
  Yoksa yerliler mi öyle zannediyor.
  Bunlar hava boruları olan miğferlerde olabilir.
  Efsaneye göre çok eski zamanlarda uçan insanlar buraya inip ateş yakarlarmış.
  Bu Make-Make, adanın tanrısı.
  Şu anda adada 2000 kişi yaşamakta.
  Hiçbir zamanda 4000 den fazla olmamış.
  Bu konuda bilim adamları hemfikirler.
  Hiç 4000 den fazla insan olmadıysa, o zaman Paskalya adasının esrarını çözeçek bir yol yok.
  Çünkü toplam nüfusun yüzde yetmişi kadın, çocuk ve yaşlı.
  Çalışabilr durumda olan erkeklerin çoğu yemek ihtiyaçlarını elde etmek için çalışmakta.
  Geriye kalanlar o kadar azki, adanın her bir yanına saçılmış 600 den fazla eseri bulmaları imkansızdı.
  Taşlar o kadar sert ki saatlerce kama ile vurmamıza karşın pek az iz bulabildik.
  Taş sütünların çoğu 20 metreden yüksek.
  Ağırlıkları ise 400 tona yakın.
  Bazı figürlerin sadece bir kısmı topraktan çıkmış.
  Gerçek büyüklükleri ancak topraktan çıkarıldıktan sonra anlaşılabilir.
  Hepsinde aynı yabancı insan gibi ve aynı yukarıdan bakan, içine kapanık ifade var.
  Hepsi birbirinin aynı.
  Sadece bu Thor Heyerdahl'ın  meydana çıkardığı heykel diğerlerinden farklı.
  Yuvarlak kafalı, dizleri üstünde.
  Burası Rano Raraku Kraterindeki taş imalathanesi.
  Kolonlar buradan 20 kilometre uzağa taşınmışlar.
  O zamanlar ne esirler vardı nede tahta kütükler yapmak için ağaçlar.
  Adanın hiç bir yerinde kavis izlerine veya şoselere rastlanmamaktadır.
  Efsaneye gore taş sütünlar "mana" sayesinde iki rahibin sahip olduğu gizli bir kuvvetle kendi kendilerine hareket ediyorlardı.
  Ancak bir gün bu iki rahip "mana" ile yok olmuşlar.
  Rano Raraku'daki taş ocağında işin bittiği gün mü?
  Bu yüzden mi bir sürü bitmemiş heykel var?
  "Mana" neydi?
  Belki de diğer yıldızlardaki yaratıklar elektromanyetik güçler kullanıyorlardı.
  Veya yerçekimi kanununu iptal mi etmek istiyorlardı?
  Paskalya adası günümüzde hala fevkalade manyetik alana sahip.
  1964 yılında Fransız'ların yaptığı keşif bize şu bilgileri vermektedir: Adada gizli manyetik güçler olduğu için dış dünyalılarla ilgili bağlantıyı gözardı edemeyiz.
  Güney Amerika kıtasına Cuzco'ya geri dönüyoruz Cuzco, Peru antlarındaki İnka devletinin başkenti.
  Cuzco 3600 metre yükseklikte ve efsaneye gore Güneş Tanrısı'nın habercileri tarafından kurulmuş.
  Bu dar sokaklar İnka'lar zamanından kalma.
  Duvarlar birbirlerine yapıştırılmadan, sıva kullanılmadan, büyük taşların üst üste konulması ile ortaya çıkmıştır.
  Hiç bir bıçak ucu ek yerlerinden içeri girmiyor.
  Bu oniki köşeli taş öyle itinalı işlenmiş ki, bugün ancak modern makineler bunu başarabilir.
  Şimdi çok dikkat edin.
  İnka'ların yaptığı bu duvarların aynıları başka bir yerde de var.
  6000 km batıda Pasifiğin ortasında Paskalya adasında.
  Paskalya adasındaki taşçılarla, İnka'ların üstatları aynı kişilermiydi?
  Güney Amerika'ya geri dönüyoruz.
  Cuzco'nun üstünde, Sacsayhuaman.
  Artistik bir neşe ile yan yana getirilmiş, kibrit kutusu gibi hafif dev taş kütleleri.
  500 metre uzunluğundaki duvarı oluşturmaktadırlar.
  Bu düzenleme İnka'ların zamanında bile eskiydi.
  İspanyol fatih Pizarro İnka'lara duvarları kimin inşaa ettiğini sorduğunda şu cevabı aldı: Teni açık renk olan, kırmızı saçlı, sakallı adamların oluşturduğu tanrıların, yani Viracocha'ların çocukları yapmıştır.
  Bazı taşlar günümüzde 500 ton ağırlığındadır.
  Halk Pisac pazarına gelmekte.
  Bunlar Urubamba vadisine geri dönüyorlardı.
  2450 metre yükseklikte Machu Picchu tapınağı.
  Viracocha'ların torunları tarafından yapıldığı söylenmekte.
  Aşağımızda Bolivia'nın başkenti La Paz.
  Denizden yüksekliği 3800 metre.
  Dünyanın en yüksekte kurulmuş başkenti.
  Titicaca gölü.
  Dünyanın en yüksekteki gölü.
  Deniz yüzeyinden 4000 metre yükseklikte.
  Titicaca gölü kıyısındaki pazar.
  Binlerce sırla dolu bu göl, değişik bir melankoliye sahip.
  Eski kültürlerin izlerini kıyılarda bulabilirsiniz.
  Rivayete gore büyükanne Orjana yeryüzüne altı uzay gemisi ile geldi.
  İnsanlara bilgi ve her konuda beceri öğrettikten sonra evine, yıldızlara geri döndü.
  Geride Tiahuanaco, dünyanın en eski mabedi kaldı.
  Günümüzde Tiahuanaco.
  Titicaca gölünden 30 km uzaklıktadır.
  Bir zamanlar gölün sularının tapınağın duvarlarını yıkadığı söyleniyor.
  Böyleydi.
  Aşağıda küçük liman, yukarıda kutsal gölet.
  Çoktan kurudu.
  Yüksek binaların kalıntıları ile çevrili.
  Gerçekten de Titicaca gölünün suları yılda üç milimetre çekilmektedir.
  Eğer Tiahuanaco Titicaca gölünden 30 km uzaklıkta ise gölün sularının tapınağın duvarlarını yıkadığından bu yana ne kadar zaman geçmiş olmalı?
  Tarihi zaman bölmelerine gore düzenlemek mümkün değil.
  Tanımadığımız Tiahuanaco halkının geride bıraktığı en gizemli şey, tek bir bloktan meydana gelmiş 10 ton ağırlığındaki Güneş Kapısı'dır.
  Üç sıra halinde, yanyana 48 kare şeklindeki figür ve bir tane anlamsız figür.
  Acaba bu dış dünyalı yaratık mı?
  Tüm kıtalarda, gizemli geçmişimizle ilgili tanıklar buluyoruz.
  Kuzey batı Avustralya'nın birbirinden ayrılmış kayalarında, çok çok eski zamana ait kaya resimleri bulunmakta.
  Bu resimler insanlık tarihi ile ilgili en eski bilgileri genel olarak vermektedir.
  Bu resim efsaneye gore Samanyolu'nun kraliçesi Wondjina'nınmış.
  Wondjina da yeryüzüne, gökyüzünden geldi.
  Dünyanın her tarafındaki sanatçıların aynı yaratıkları çizmeleri bir tesadüf olamaz.
  Demek ki hepsinin modeli aynıydı.
  Avustralya'da, Amerika'da, Afrika'da, Avrupa'da, Asya'da.
  Bu Japonya'nın en ünlü dogu'sudur.
  Bu tür heykeller Hansu adasında bulunmuşlar.
  En azından 5000 yıllıktırlar.
  Bu konuda uzman, Sovyet eğitimci Kasantzew şoyle diyor: Bence bu figürler yabancı astronotları tasfir etmektedir.
  Figürleri miğferle sımsıkı kapatılmış.
  Miğferlerle birlikte hava boruları da bulunmakta.
  İnce görme aralıkları olan gözlükler takmışlar.
  Herhalde gezegenlerinde bizimkinden daha az ışığa alışmışlar.
  Komik giysileri hava ile doldurulmuşa benziyor.
  Bu da bize onların yüksek basınçlı atmosfere sahip olduklarını gösteriyor olabilir.
  Ellerine bakın.
  İnsandan fazla mekanik tutma cihazına benziyor.
  Eğer biri bana bu adamların tanrı olduklarını anlatmak isterse o zaman şu soruyu soracağım: İnsanlar, tanrılarını bir model olmadan nasıl bu tip teknik araçlarla donatabilirlerdi?
  Son olarak Kasantzew yarım dünyanın keşfedilmiş yerlerde olmasına rağmen büyük Mars tanrısının kaya resmi ile dogu arasındaki benzerliği ortaya koyuyor.
  Meksika'lı papaz mezarlarından çıkarılan bu asimetrik süs bizi şaşırtmaktadır.
  Bu süslerin üzerine entegre ışıklandırma konduğunda, düzensiz sıralanmış çizgiler birden anlam kazanıyorlar.
  Meksika'da kalalım.
  İnsanlar bunun da süs olduğunu sanıyorlardı.
  Eğer bu şekilde kullanılırsa, o zaman ortaya teknik bir kerpeten çıkmaktadır.
  Küçük kil kap Irak'ta, Bağdat Müzesi'ndedir.
  2000 yıllıktır.
  Belki daha yaşlı.
  İçinde bakır kamış bulunmaktadır.
  Bu kamışın içinde de çeşitli metallerin karışımından meydana gelmiş bir çubuk.
  İçine tuz ruhu dökerseniz ortaya eliktrik akımı çıkar.
  Hiç tereddütsüz elektrik elemanı.
  Graaf Volta aynı elektrik elemanını 1500 yıl sonra bulmuştu.
  Aynı zaman dilimine ve aynı kültür bölümüne ait diğer bir teknik mucize de British Museum'dadır.
  Günümüzde sadece biley makineleri ve hassas makinelerin yardımı ile yapılabilenler gibi yontulmuş bir mercek.
  16.  yüzyıldan bu yana yontulmuş merceklere rastlamaktayız.
  Ancak bu mercekler 2000 yıllık.
  Batı Asya'da bulunmuşlar.
  Moskova'da Astronotlar Abidesi'nin önünde Prof.
  Wjatscheslaw Saitzew ile konuşuyoruz.
  Bize şimdiye kadarki tarihimizde açıklaması olmayan iki olaydan bahsediyor.
  Bir numaralı örnek, bir bizon'nun kafatası.
  40 000  yıl önce Sibirya tundralarında yaşamış.
  Vurulmuş.
  Bu da kurşun deliği.
  Eksperler bu deliğin yüksek tahrip gücüne sahip bir silahtan çıktığına kesinlikle eminler.
  Ve bu atış yaşayan bizonu vurdu.
  40 000 yıl önce ateş etmek!
  Prof.  Saitzew'in bize gösterdiği ikinci örnek ise biraz ürkütücü.
  Sovyet araştırıcılar Özbekistan'da Çin sınırının yakınında bir kaya resmi bulmuşlar.
  Ve onu kopya ederek çizmişler.
  İki kere, üç kere, kavrayabilmek için sürekli bakmak lazım.
  Eski zamanlardan bize ne aktarılmak istenmiş.
  Bir astronotun miğferini giymiş bir yaratık.
  Miğfer uzay kıyafeti ile sıkıca bağlanmış.
  Borular, hava alma aletleri, tarifsiz teknik aletler.
  Gökyüzünde, şekli üst üste konmuş bir kahve tabağını andıran uzay gemisi süzülmekte.
  Sadece Özbekistan'da değil, dünyanın her yerinde uçan vücütların ve kanatlı yaratıkların resimlerine rastlıyoruz.
  Bu uçak gövdesinin kaya resmi Japonya'dadır.
  7000 yıllık.
  Bu model ise Colombia'da.
  1000 yıldan eski.
  Bu uçak gövdesinin altın kopyası rüzgarda denendi.
  Aerodinamik özellikleri modern uçağınki ile aynıdır.
  Yabancıların yeryüzünü ziyaret ettiklerine ilişkin daha başka ilginç verilerin bulunabileceği bizim için olanaksız değil.
  Burada var.
  Pasifik Okyanusundan Güney Amerika kıtasına, güney Peru kıyısına uçuyoruz.
  Önümüzde Pisco körfezi.
  Orada, garip bir işaret.
  300 metre yükseklikte.
  Üç çatallı asa.
  Kuşkusuz bir sinyal.
  Bu sinyal kimler için?
  Üstünden bir daha uçuyoruz.
  2000 yıldır bu işaret karanın iç kesimlerini göstermektedir.
  Kime yol gösteriyordu?
  İşareti takip ediyoruz.
  Altımızda çok eski kültürlere ait harabeler var.
  İşte karşımızda Nazca'nın gizemli yaylası.
  Çizgiler üstümüze doğru geliyor.
  Yerden bakıldığında hiç bir anlam taşımayan çizgiler.
  Güneşin kavurduğu toprağa çizildikleri kesin.
  En azından 2000 yıllık.
  Bazıları daha eski olduğunu savunuyor.
  Gerçekten bu çizgiler anlamsız mı?
  Yüksekten, uçaktan baktığımızda aşağıda kocaman resimler olduğunu farkediyoruz.
  Bir örümcek.
  Kartal.
  Tavus kuşu.
  Ve bir kuş cinsi.
  Bu figürlerin hiç biri yerden bakıldığında anlaşılmıyor.
  Bunları görebileceğimiz bir dağ da yok.
  Havadan gelen birisi için yapılmış olmalı.
  Yine karşımıza yerden bakıldığında anlam veremeyeceğimiz çizgiler çıkıyor.
  Altımızda ip gibi düzgün çizgiler var.
  Devasa geometrik çizgiler.
  Bazıları paralel, bazıları ise kesişiyor.
  Yollar ansızın bir düz hat şeklinde başlayıp aynı şekilde yok oluyor.
  Bunlar kuşkusuz iniş yolları.
  Nazca'nın büyük, terkedilmiş iniş alanları.
  Bunlar astronomi ile ilgili semboller olamazlar mı?
  Ancak büyük bir yükseklikten anlaşılabilen bu semboller kime bir şeyler anlatmalıydı?
  Belki de yoldular.
  Aniden biten, hiçbir yere gitmeyen yollar.
  Anlamsız.
  Eğer iniş pisti ise, kimin için?
  Bu figürler cevabı vermiyorlar mı?
  Tanrılar yabancı yıldızlardan mı gelmişlerdi?
  Tanrılar astronot muydu?
  Dünyanın her yerinden kanıtlar topladık.
  İnsanlar tereddüt edebilirler, ama kanıtları susturamayız.
  Bilim sustuğu sürece kendi kendimize soru sormak zorundayız.
  Acaba tanrılar astronotmuydu?
  Acaba olabilirmiydi, çok eski zamanlarda  …uzak geçmiş zamanlar içinde… …uzak geçmiş zamanlar içinde…


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar