Print Friendly and PDF

Translate

Bukowski: Böyle Geldi, Böyle Gitti (2003) Bukowski: Born into This

|

 


 

Bukowski: Böyle Geldi, Böyle Gitti (2003) Bukowski: Born into This

130 dk  

 Yönetmen:

John Dullaghan 

Ülke:

ABD  

Tür:

Belgesel, Biyografi

Vizyon Tarihi:

18 Ocak 2003 (ABD)

Dil:

İngilizce

Müzik:

James Stemple  

 Oyuncular

 

    Charles  Bukowski

    Bono

    John  Bryan

    Linda   Lee Bukowski

    Marina   Bukowski

 

Tüm Kadro         

Özet

Efsanevi edebiyat ozanı Charles Bukowski'nin renkli hayatına ve dönemine odaklanarak müteveffa şair, yazar ve adı çıkmış hedonist üzerine aydınlatıcı bir genel bakış sunan bu film, muazzam bir seyir keyfi veriyor… Çok sayıda şiir kitabının, basındaki köşesi Pis Bir İhtiyarın Notları'nın, Postane ve Kadınlar gibi otobiyografik romanların ve Barbet Schroeder'in biyografik film denemesi "Barfly"ın yazarı Bukowski, 1994'te ölmüştü. Filmde Bono, Sean Penn ve Harry Dean Stanton gibi ünlü hayranlarının övgülerinin yanısıra, basımcılardan, içki arkadaşlarından ve sevgililerinden anekdotlar ve içyüzünü ortaya çıkaran bilgiler de bulunuyor.

 

Ancak, çeşitli kaynaklardan toplanan olağanüstü arşiv görüntüleri sayesinde, filmin asıl yıldızı, kapısına gelen herkesle konuşmaya gönüllü görünen Bukowski'nin kendisi. Schroeder ve Taylor Hackford gibi isim yapmış Hollywood yönetmenlerinin çektiği filmlerden bölümler dışında, Avrupa televizyonlarından alınmış, seyirci önünde yaptığı okumaların zor bulunan görüntülerinin de dahil olduğu parçalar var. Sonuçta bu cazip ve geniş kapsamlı biyografik film, sanatçının benzeri az bulunur yeteneğinden ve hayatını alışılmışın sınırlarının epey ötesinde yaşamaya yönelik öfkesinden kuvvet alan, karizmatik bir yaşam-gücü olarak portresini ortaya çıkarıyor.

Altyazı

Hey Dennis.

Dennis, vay be şovunu sen yönetiyorsun.

Şayet yanı başıma bir şişe şarap daha koymazsan programı yarıda bırakıp giderim.

Anlaştık mı? Dennis! Adama bir şişe şarap ver! Tanrı aşkına Dennis! Ne var lan ...? Bukowski'nin bana şöyle demişti: "Eğer annen ve baban yaptıklarını sevmeye başladılarsa "işler kötüye gidiyordur.

"Etrafta polisler geziniyorsa, bil ki iyi bir şeyler yapılmalıdır.

"İhtiyacın olan her şey hayattadır.

Diri olmalısın. Yapman gerekenler içmek, yazmak ve sevişmektir." Bana tavsiyeleri bunlardı.

Çakmağını çaktığını işittim ve sonra şöyle bir ses çıktı "sss." Sanki tüm kılları şarkı söylüyordu, ardından alevin iyice yükseldiğini görebiliyordum.

Sonra birden şöyle bir ses çıkardı "rrrrrr." Beni çağırıp şöyle söyledi.

"...un ibnesi.

Şarabıma bir şey katmışsın." Koymadığımı söyledim, o da "Evet koydun." dedi.

"Evet şarabıma uyuşturucu kattın "Çünkü karımı sikmek istiyorsun." dedi.

Evet, Polo Lounge'da tereyağlı sosa bıçağını daldırmıştı.

İşte böyle yaptı.

Sonra polis: "Ne yapıyorsun, orada dur!" der.

O da: "Şimdi pencereden kanepeyi atacağım, polis de silahını çekecek!" der.

Polis de; "Hayır atmayacaksın!" der.

Beni zamanında bir barda basmışlardı. Herif iyi içiciydi.

Benim için en ziyade iltifat oydu.

Sonunda onu sokağın karşısında karşıdan karşıya geçerken, fermuarını açıp sikini dışarı çıkarırken gördüm.

Gerçi sallamıyordu, sarkık durumdaydı.

Sokakta aşağı yukarı koşuşturuyordu.

İnsanlar dehşet içinde çığlık çığlığaydı.

Sonunda çevresinde toplanıp "Polis çağırın!". Çocukların gözlerini de kapatarak "Polis çağırın!" diyorlardı.

Yaratıcı eserler işte bu lanet makineden çıkıyor.

S...ğimin aletini görüyor musunuz? İşte bundan çıkıyor.

Cinsel maharetlerinden çok bahsederdi.

Penisine, "Benim mor başlı yeşil soğanım." derdi.

Onu bana bakarken gördüm, ben de hemen suya daldım.

Kendimi gecenin karanlığında suya daldırdım.

"Hemen ilerledim" olacaktı.

"Dalmak veya daldırmak" demeyiz.

İlk öğrenmeniz gereken şey bu.

Şarap beni öyle çarptı ki, iki kelimeyi bir araya getiremedim.

 BUKOWSKI: Böyle Geldi, Böyle Gitti

 Beni bağışlayın. Siz benim özümü aldınız, ben de sizin paranızı...

Şimdi aklıma bir şey geldi.

Tabii siz böyle bir saçmalığı dinlemek ister misiniz bilemem.

Sanki sizi korkutuyor gibiyim.

Neden? Nedenini anlatayım.

Hayatım boyunca bunu sıkça yaşadım.

Sizin gibiler, ellerinizde kameralarla üzerime geldiniz.

Her nasılsa bunu hep hissettim, biliyordum.

Hep o kameralarınızı kırıp götünüze sokmak istedim.

Bilirsiniz ya.

Daracık amcıklı sarışınlar hep gecikir.

Kameralar hep gecikir.

Mal gibi sırıtıp durma.

Doğru söylüyorum.

Hep gecikirler.

Ben de çok güçlüyüm.

Tanrılar bana çok kuvvetli bir kalkan vermiş.

Ciddiyim. Doğru zamanda ve doğru yerde hep sağlam kalmayı becerdim.

Bana hâlâ iyi davranırlar.

Ferlinghetti, San Francisco'ya geldiğinde Bukowski San Francisco'ya, City Lights Poet’s Theater'da şiir okuması için davet edildi.

Aslında onu şiir okurken hiç görmedim. Çok ilginç bir deneyimdi.

Buluştuk. Birbirimizi biraz tanıdıktan sonra, bu şeyi çekmeye başladık.

Ben yola çıkacağım dedim.

Bütçem de çok kısıtlıydı.

Sonuçta siyah-beyaz çekmeye karar verdim.

City Lights son yıl içinde, Amerikalı şairlere de ev sahipliği yapmaya başladı.

Bana kalırsa onlar ülkenin en önde gelen yazarlarıdır.

İşte o anda Bukowski hariç kim oraya gelebilirdi ki? Teşekkür ederim.

Uçağa bindik. Viski içiyordu. Oldukça içmişti, kafası da hafif tatlılaşmıştı.

O esnada ben kayıttaydım.

Ben iyiyim. Ben iyiyim.

Ben iyiyim.

Gergin misin? Keşke daha da gergin olsaydım.

Gergin olduğunuzda daha iyi okursunuz.

Sanki kavga etmeden önce gerilirsiniz ya, tıpkı onun gibi bir şey.

Ferlinghetti’s Poet’s Theater'daki okuma seansı için San Francisco'ya vardı.

Tanrım, sanki oraya daha önce de gelmiş gibiydi.

O devasa spor salonuna girdi tribünler kurulmuştu yaklaşık 600-700 kişilik bir seyirci topluluğu vardı.

Binanın köşesine kadar sıra vardı.

Sahneye içine kusabileceğim ufak bir kap koydunuz mu? - Evet koyduk.

- Şaka olsun diye demedim.

Ucuz İtalyan şarabı mı getirttiniz? Benim içimi bombok edeceksiniz beyler.

Biraz sarhoştu, sanırım cesaret toplamak için içiyordu. Bence biraz korkmuş gibiydi.

Tam formumdayım.

Hadi gidelim.

Başlıyoruz.

Hass...r be...

Bayanlar ve baylar, karşınızda Charles Bukowski.

Los Angeles'taki şiir okumalarında 15-20 seyircisi olurdu.

30 kişiyi buldun mu "Çok kalabalıktı!" denirdi.

Buradaysa yüzlerce kişilik gürültülü bir kalabalığın karşısına çıkmıştık.

Seni tanıyor muyum? Bir bira daha getirin.

Hepinizin hakkını içeceğim.

Aynı zamanda havada ciddi bir elektrik söz konusuydu.

Ama podyumu paylaşmak zorunda kalmayacaktı. Bir Bukowski vakası olacaktı.

Bukowski o zamanlarda Los Angeles'ın tanınmış yeni akımcılarındandı.

Çünkü L.A. Free Press'de bir sütunluk,"Pis Moruğun Notları" adlı köşesi yayınlanıyordu.

Bu köşe yazısı yayımlandıktan bir hafta sonra San Francisco'ya gidip okuma seansında okuması söz konusu oldu.

Bu serseri ve gerzek film yapımcıları arasında onlara da yardımcı olup onu bunu organize etmeye çalışıyordu.

Çünkü bu herifler sürekli mırıldanarak saçma sapan sorular sorup duruyorlardı.

Çok eğlenceli bir yazıydı.

Sonra köşe yazısını okudum, kendisini gördüğümde şöyle dedim...

"Hank, kitabını okudum." dedim.

O da "Öyle mi bebek nasıl olmuş?" dedi.

"Çok boktan bir yazıydı dostum!" dedim.

"Unutma görüntüler elimde.

Uçakta sarhoş olup "kendini rezil eden kişi de sendin." dediğimde, şöyle dedi.

"Güzelim, ben yazmışsam "kendi sıçtığım şeyin kahramanı da ben olurum." Sonra da, "Görüntüler elinde mi? Öyleyse git filmini yap." Böyle geldik Böyle gidiyoruz Tebeşir yüzlü gülüşler gibi Bayan Ölüm'ün gülüşü gibi Politik manzaraların yok oluşu gibi Kaypak bir balığın kaypak avını beklemesi gibi Bizler böyle geldik, böyle gidiyoruz.

Çok masraflı hastanelere gideriz

Oralarda ölüm çok daha ucuza gelir

Çok kazanan avukatlara gideriz

Suçunu kabullenmek daha ucuza gelir

Kodeslerin ağzına kadar dolduğu

Tımarhanelerin kapandığı bir ülkeye

 Kitlelerin ahmakları zengin kahramanlara dönüştürdüğü bir ülkeye doğru gidiyoruz.

Böyle geldik Böyle yaşamaktayız

 Bu yüzden ölmekteyiz

Kısırlaştırılmış, dışlanmış, mirastan yoksun bırakılmışız

Sırf bu yüzden.

Parmaklar tepkisiz Tanrı'yı göstermekte

Parmaklar içkiye, haplara ve tozlara uzanmakta

Bu hazin, öldürücü yerde dünyaya gelmişiz

Sokaklarda gözler önünde işlenen cinayetler cezasız kalmakta

Sokaklarda silahlarla başıboş çeteler hüküm sürmekte

Ülke işe yaramaz hale gelmekte

Yiyecekler gittikçe azalmakta

 Herkes elinde nükleer güç bulundurmakta

 Patlamalar habire dünyayı sarsmakta

Radyasyonlu insanlar radyasyonlu insanları yiyecek

 İnsanoğlunun ve hayvanların çürümüş bedenlerinin kokusu rüzgârla yayılacak

Daha önce benzeri görülmemiş harika bir sessizlik geliyor

İşte böyle bir yere gelmişiz.

Güneş orada bir yerde saklanmış bir sonraki bölümü bekliyor.

Tam adı Henry Charles Bukowski Jr.

Babası ismini şöyle telaffuz ederdi, "Henry".

Çok sert bir ses tonuyla.

Hank de Henry yerine kullanılan bir takma ad diyebiliriz.

Ona "Charles" veya "Charles Bukowski" derdik.

Bir yazar ismi olunca, kulağa Henry Bukowski'den daha iyi geliyordu.

İki şişe bana yeter mi bilmiyorum.

Sanırım üç şişe olsaydı iyi okurdum.

Likör, klasik şarkılar gibi bir senfoniye benzer.

Sizi yatıştırsın diye içmezsiniz.

Acı çektiğiniz veya kendinizi baskı altında hissettiğinizde göklere sıçramak için içersiniz.

Ben vurduğumu deviririm.

Şiirimi okumaya başladığımda bu herifin sesinin şiirimi bastırdığını fark edersem onun yanına gidip, o hayat dolu kıçını fiziksel olarak tekmeleyerek şehrin dışına şutlayacağım.

Kıçını bu salondan dışarı şutlayacağım.

Elin ayağın düz dursun dostum. Seni, "Şerefsizler" listeme ekledim bilmiş ol.

Hank, kendinde yazarlık kabiliyeti olduğunun ne zaman farkına vardın? Kimse yazar olduğunun farkına varmaz.

Sadece yazar olduklarını sanırlar.

Öyleyse yazar olduğunu ne zaman sandın? Sanırım, sanırım 13 yaşındaydım.

Her yerimde şu sivilcelerden çıkmıştı.

İlk yazımı da deftere yazmıştım, şu okul defterleri var ya.

Elime bir kalem alıp yazmaya başladım. Bir süre sonra defteri tamamen doldurmuştum.

Sanırım bu mekanizmanın kendini açığa çıkarması ilk bu şekilde gerçekleşti.

Öylece oturup deftere bir şeyler karalamak çok hoş bir duyguydu.

Durmaksızın yazdım.

Sanki yapılması kolay ve güzel bir şey gibi geliyordu.

Hâlâ da kolay ve güzel bir şey olarak görüyorum.

Bana bir kaset yollamıştı, buralarda bir yerde olacak.

"Yazar olduğum günü çok iyi hatırlıyorum. Ne acayip bir gündü." Böyle söylemesine bayılıyorum.

"Ne acayip bir gündü. Sonra oturdum.”

 “Gökyüzünü herkese dar eden tek kollu bir adam hakkında bir yazı yazmıştım.”

 “Manfred von Richthofen".

"Babam da bu kısa hikâyemi okudu..." Bundan sonra, bir yazar olduğunu söyleyebilirim. Evet oldu.

L.A. City Üniversitesine yazılmıştı, bu okul hâlâ Vermont'tadır.

Gazetecilik bölümüne yazıldı.

Üniversite'deki iki yılım boyunca çimenlere uzanmak haricinde hiçbir şey yapmamıştım.

Dersleri asıyordum, ayrıca gazeteci olarak bir iş de bulamadım.

"Şu formu doldur, sonucu hakkında seni bilgilendiririz." dediler.

Gazetelerde iş bulmak çok zordur.

Hem de çok zor Gazeteci olmamanız sizin kararınızla gerçekleşmemiş diyebilir miyiz? Beni işe almış olsalardı gazeteci olabilirdim.

Bir bakıma da almadıkları iyi olmuş.

Ne üzerine yazılar yazacaktım ki?  Amerika, 1941 yılı Aralık ayında 2. Dünya Savaşına girdi.

 Bukowski 21 yaşındaydı.

Askere gittiniz mi? Hayır.

Gitmemeyi nasıl başardınız? Psikiyatrist beni almadı.

"Savaşa inanıyor musun?" diye sordu.

Ben de "Hayır." dedim.

"Askere katılmaya hevesli misin?" diye sordu. Ben de "Evet." dedim.

"Çok zeki bir adamsın "Gelecek çarşamba akşamı evimde bir parti veriyoruz "oyuncu, yazar, ressam ve avukatlar gelecek "senin de partiye gelmeni isterim, çarşamba akşamı partiye gelir misin?" dedi.

Ben de "Olmaz." dedim.

"Öyleyse gidebilirsin." dedi.

"Gidebilirsin, derken ne demek istediniz?" dedim.

"Askere gitmek zorunda değilsin." dedi.

Ben de gülümsedim.

Amerika’ya ilk geldiğimde Amerikan edebiyatına, müziğe ve caza hayran kaldım.

Sahiden böyle düşünmüştüm.

İngiltere'deyken Amerika'ya çok hoş gözle bakmazdım.

Ben İrlandalıydım, dolayısıyla affedilebilirdim.

Şiirler ve yer isimleri arasında kayboldum gittim.

"City Lights" benim için önemli bir dönüm noktası olmuştur.

Hank'in ilk kitaplarından birkaç tanesini aldım.

"Aşk Cehennemden Çıkma Bir Köpektir”

 “Sıcak Su Müziği" Yeni bir yazı stilini keşfediyordum.

Bunda dürüstlük vardı.

Bunda vurgu yoktu. Vurgu bir İrlandalı için çok önemlidir.

Bildiğiniz üzere dili tüketebilirsiniz.

Ama bu adamın metaforla falan uğraştığı yoktu.

Dürüstçe dümdüz yazılar yazıyordu.

Lafı hiç dolandırmıyordu.

Bir adamı tımarhaneye yollamak çok büyük bir mesele değildir

O adam ölüme hazırlıklıdır

Veya cinayete, ensest ilişkiye, hırsızlığa, yangına, sele

Hayır Ufak trajedilerin bir silsilesidir Bir adamı tımarhaneye yollayan.

Sevgilisinin ölümü değildir Ansızın bir ayakkabı bağcığının kopmasıdır.

Daha evvel yüzlerce ayakkabı bağcığı kopmuştur Fakat her kopan bağcıkta Bir adam, bir kadın, bir şey Tımarhaneye girmektedir.

Demem şu ki, bağcıklarınızı bağlarken çok dikkatli olun.

Şöyle bir portre çekim alayım.

- Şu çekimi aradan çıkaralım.

- Pekâlâ.

Birlikte mi çıkacağız? Seksi tanımlar mısınız? Seks, uykun kaçtığında yapabileceğin bir şeydir.

İlk birlikte olduğunuz kadın kimdi? 300 poundluk bir fahişeydi.

Tanrım...

- 24 yaşıma kadar siftah yapmamıştım.

- Sahi mi? Yakışıklı değildim, param yoktu.

Serserinin tekiydim.

Öyle mi? Demek 24 yaşındaydınız.

Lafınızı bölüyorum, ben okulun mezuniyet balosuna falan katılmış biri değilim.

Dışlanmış bir serseriydim.

Bu bayanla da bir barda tanıştım.

Benden hoşlanmış gibiydi, benden hoşlanan ilk kadındı yani.

Benden büyüktü ama sonuçta bir kadındı. Ne önemi var ki? Benim kafam iyiydi, onunki de...

Biralarımızı içtik, sonra olaya girdik.

Uğraştım, uğraştım, uğraşıp durdum çünkü ilk defa erkek olduğumu ispatlama çabasındaydım.

Gerçekten çok uğraştım.

Sonra kendime, "Eğer seks buysa gerçekten berbat bir şeymiş." dedim.

Lisenin soyunma odasında konuşulan şeyler bunlardı.

Sonuçta becerebildim mi beceremedim mi bilmiyorum. Büyük ihtimal becermişimdir.

Uyandığımda ikimiz de uzanmış buldum.

O, sırtüstü uzanmış horluyordu.

Oraya uzanmış bulunan devasa canavara şöyle bir baktım.

Yatağın iki bacağını ve başlık kısmını kırmışız.

Sanki bir yokuşta uyumuştuk.

Yatak eğimli bir şekilde duruyordu.

Aceleyle pantolonumu giydim, cüzdanımı cebimde bulamadım.

"...un fahişesu, cüzdanımı mı çaldın?" dedim.

"Hayır, hayır ben çalmadım." dedi.

"Seni kaltak, s...r ol git!" dedim.

"Eminim cüzdanımı amına sokmuşsundur!" dedim Bu şekilde konuşmayı böyle yerlerde öğrendim.

Bacakları bağlıyordum.

Yatağın bacaklarını bağlıyordum.

"Zavallı kadın." dedim.

Kendimi çok kötü hissettim.

Dış görünüşümü boş verin, sonuçta benim de bir kalbim var.

"Hass...r!" dedim.

Yok yere kadını suçlamıştım.

Hemen onunla tanıştığım bara indim.

Belli ki barmene olanları anlatmıştı.

Yanına gidip "Bakar mısınız "ismini unuttum, Son- yok Marie buralarda mı?" diye sordum.

"Sizinle ilgilenmeyeceğiz." diye cevabımı aldım.

 Bukowski, 1940'ların ilk yıllarını Amerika'yı dolaşarak geçirdi.

Bence Bukowski'nin ülkeyi dolaşmasının nedenlerinden birisi, basitçe anlatırsak genç bir adamın ülkesini görme isteği diyebiliriz.

Bence diğer neden de hayatı tanımak istemesiydi.

Deneyim kazanması gerekiyordu.

Bu nedenle dolaştı.

Bir tren bileti alıp Florida'nın yolunu tuttu.

Olabildiğince uzağa gidecekti.

Kendisi de "Babamdan mümkün olduğunca "uzağa gitmek istedim." demişti.

Belki de bu sözü doğruydu.

 Bukowski.

Babasıyla, 1942 Tekrar New Orleans'a döndü ve kendini El Paso'da buldu.

40'lı yılları, bir pansiyonda veya sıcak suyu bile bulunmayan otel odalarında o altın cümleyi arayarak geçirdi.

Kendisini listelerin başına yerleştirecek o hikâyeyi yazmak istiyordu.

Birkaç hafta düz işçilerin yaptığı işleri yapıyordum.

Ucuz bir oda tutup yazıyordum.

Genelde günde bir tane çikolata ile beslenirdim.

Fiyatı beş sentti.

O çikolata aklımdan hiç çıkmaz.

Markası, Ödeme Günü'ydü.

Ben de beş sentle ödememi yapıyordum.

O çikolatanın tadı çok güzeldi.

Geceleri yerdim.

Bir ısırık alırdım, tadı o kadar güzeldi ki...

Bu süre zarfında dört veya beş tane kısa hikâye yazdım.

Aklıma gelen her yere dağıtıyordum.

Hepsi de reddedilerek geri dönüyordu.

Hünerini sergilemek istiyordu, ancak sürekli reddediliyordu.

Genelde aldığı cevap da, "Yeterince iyi değilsin." oluyordu.

"İyi değilsin." değil.

"Yeterince iyi değilsin." Bunları işittiğinde olayı anlamıştı.

İşte bu noktada bir seçim yaparsınız.

"Aman be, boş ver gitsin "En iyisi ben düzgün bir meslek seçeyim." Bukowski asla böyle yapmadı.

Bir gün yatakta uzanmış bir halde şöyle dedim "Aman be, boş ver gitsin." İçimdeki başka bir ses ise şöyle dedi "Bırakma "o en ufacık kıvılcımı bile elinde tut...

"O kıvılcımı kimseye verme.”

 “Elinde ne kadar tutarsan, sonunda o kadar büyük bir yangın çıkarırsın." Bayan elbisesi satan bir yerde çalışıyordum.

Beni iki saat fazladan çalıştırıyorlardı.

Yine de o kıvılcımı kaybetmedim.

"Pes etmeyeceğim. Beni öldürmelerine müsaade etmeyeceğim." dedim.

Böylece dışarı çıktım, iki tane herif ofiste sigara içiyordu.

Biri, "Hey Bukowski gelsene." dedi.

Benimle dalga geçiyorlardı, bunu anlamıştım çünkü ben onların kölesiydim ve karşılarında el bağlamış dikiliyordum.

Ben de evime gittim.

Uzunca bir süre yürümüştüm.

Donmuş ağaçları hatırlıyorum.

Bir St. Louis kışıydı.

Pansiyoncu kadın kapımın altından bazı mektuplar atmıştı.

Bir tanesini açtım ve içinde "Kısa hikâyeniz kabul edilmiştir." yazıyordu. "İşte!" dedim.

İçimdeki ateş için bir şans doğmuştu.

Ancak komik olan yönüyse, kötü bir hikâyemi kabul etmiş olmalarıydı.

 Bukowski'nin sunduğu yüzlerce hikâyeden sadece birkaç tanesi basılmıştır.

Genç yazar, 30 ve 40'lı yıllarda Harper’ın Atlantic Monthly dergisinin aranan yazarı olmuştu.

Hemingway ve Cerulean gibi efsanelerin yayınlandığı bir dergiydi.

İyi bir piyasa fırsatı olduğunu düşünmüyorum.

Büyük dergiler, 40'lı yıllarda doğudaki aydınlar tarafından çok basılırdı.

John Steinbeck tanınabilmek için çok çaba sarfetmiştir.

Batılı yazarlara, bugün de olduğu gibi, ne değer verilirdi ne de çok tanınırlardı.

Size Bukowski ile ilk tanışmamı anlatayım.

O gün olanları anlatmak istiyorum.

25 yaşlarındaydım.

İçimden onu acayip derecede sikmek geçen bir kızla kitapçıya gitmiştik.

Ama benim normal bir arkadaşımdı.

Kitapçıdan bana yardımcı olmasını istedim. Aslında o bana sordu diyelim.

"Tabii. Okuduğum bir yazar var, Bukowski miydi neydi.

"Bukowski diye birini biliyor musunuz?" diye sordum.

O da, "Bukowski mi? En sevdiğim yazardır, benimle gel." dedi Beni arkaya götürdü, Bukowski'nin kitaplarını en üst rafa sıralamıştı.

"Bu Bukowski'nin son kitabı." diyerek elime bir kitap tutuşturdu.

İşte bu kitabı, 'Sürekli Savaş' isimli kitabı verdi.

"İşte bu son kitabı, harikadır.

Bu adamı kesinlikle okumalısın." dedi.

Kitabı elime alıp şöyle bir açtım.

İşte bu sayfa açıldı.

Sayfa 100.

İlk okuduğum şiiri de 'Evet' isimli olanıydı.

Yalnız olmaktan daha kötü şeyler de vardır Ama bunu fark etmek insanın on yıllarını alır Fark ettiğinde de çok geç kalmışsındır Çok geç kalmaktan da daha kötü bir şey yoktur.

Kitabın kapağını kapatıp geri verdim.

Ama o şiiri asla unutamadım.

"Yalnız olmaktan daha kötü şeyler de vardır" Sanki yanımdaki kızdan bahsediyordu.

O cümleden sonra kıza farklı bir gözle bakmaya başladım.

"Yalnız olmaktan daha kötü şeyler de vardır" dedim. Çok geç kalmak da istemiyordum.

Ben de çekip gittim, evet çekip gittim.

Diğer her şeyi arkamda bırakıp çekip gittim.

İşte Bukowski ile ilk tanışmam böyle oldu.

 1940'ların sonlarında, Bukowski Los Angeles'a geri döndü.

 İlk sevgilisi olacak bayanla da burada tanıştı.

Ben 24-25, o da 35 yaşlarındaydı.

Teklifimi kabul etti.

Hiç anlam veremiyorum.

Çok alımlı bir kadındı.

Düzgün bir vücudu vardı, akıllıydı.

Ama biraz da çılgın biriydi.

Jane bu. Bu da lise yıllığından.

İlk aşk şiirlerinin çoğu Jane'e adanmıştır.

İlk düzeyli bir ilişki kurduğu bayandır.

Ondan 10 yaş daha büyüktü.

Biri 1910 diğeri de 1920 doğumluydu.

Erkeklerin kadınlara karşı kullandığı küçültücü ifadeleri birlikte yaşadığı bu kadın için ara sıra kullanmış olsa da bu kadını saymazsak çok yalnız biriydi.

Onu bir kez gördüm, ama tam bana tarif ettiği gibi çıktı. Ne demişti? "Öyle koca bir kalçası var ki, soğuk kış günlerinde ona dayanmak çok iyi geliyor." Çok güzel bacakları vardı.

Yüksek topuklu giyerdi.

Etek giydiğinde nasıl bacak bacak üstüne atılacağını iyi bilirdi. Ayağını böyle sallayarak konuşup dururdu.

Eğer büyüğünden hoşlanıyorsanız tamam.

Ama o bayanda kültürlü veya kibar bir güzellik yoktu diyebilirim.

Hayatınızda sadece birkaç kere arasına girmiş olsanız da hep güzel bacakları aklınızdan geçirirsiniz.

Orada amdan başka bir şeyler de olmalı.

Bu sefer gerçekten olağanüstü bir şeyler olmalı.

Tamam sonuçta ortada bir am var ama bacaklar bir şekilde size hayal kurdurur.

Amlarla aramda problem olduğundan değil ama bir dişinin dış görünüşü sizi her daim farklı şekilde büyüler.

Yanında biraz kalıp bir aylığına çeker giderdi.

Ya dışarıdaki fırsatları değerlendirememesi nedeniyle ya da karşılaştığı şeylerin bıkkınlığından tekrar ona dönerdi.

Sanki kadının merkez üssü gibiydi.

Hiçbir zaman normal bir ev hayatı kuramadılar.

 TAHLİYE KARARI

 Hayatım barlara giderek, başıma belalar açarak, pansiyonlardan kovularak geçiyordu.

Çok gergin zamanlardı...

Kadının zaten sarhoş olmuştur, lavabo bulaşıklarla doludur köpeğe maması verilmemiştir, çiçekler sulanmamıştır yatak yapılmamıştır, kül tablası rujlu sigara filtreleriyle doludur.

O günler çok zorlu geçiyordu. Sürekli sarhoştuk, her yerden kovuluyorduk.

Hiç bitmeyen bir savaşa girmek gibi bir şeydi.

Seni aşağılık herif. Orada ne yapıyorsun?

Kendinle mi oynaşıyorsun? Lanet olası fahişe, sen ne anlarsın ki? Sen ancak götünün üstüne oturup şarap içmeyi becerirsin.

Ama bizde yine de bir canlılık vardı.

Çünkü ikimiz de hiçbir şeyi kafamıza takmazdık.

Vurma. Bana vurma.

Sen bana vuruyorsun ama bir erkeğe asla vuramazsın.

Elbette bir erkeğe vurmam.

Sen beni salak mı sandın? Hey, nereye gidiyorsun? - Bara gidiyorum.

- Bensiz gitme, bensiz gitme ulan! Sonra bir şeylerin varlığını fark ettim.

Gerçekten vardı.

Başımda bir sürü bela vardı.

Taburelerimizi kapıp uzunca pencerenin önünde oturmak barmene Votka Seven kokteyli ısmarlamak.

O günlerde her şey çok uzak geliyordu.

Postane, dünya geçmiş ve gelecek.

O karanlık barda içkilerimizden ilk yudumları aldığımız an var ya.

Hayatta bundan daha güzel ne olabilir.

Aşkı tanımlar mısınız? Aşk? Gün doğmadan uyandığınızda bir sis görürsünüz ya.

Kısa bir süre orada durur, sonra birden yok olur gider.

Ciddi misiniz? - Kesinlikle.

- Yok olur gider mi dediniz? Evet. Hem de çok hızlı bir şekilde.

Aşk, gerçekliğin ilk ışıklarında yok olacak olan bir sistir.

İşte iki buçuk yıl boyunca mektup taşıdığım postane burası oluyor.

Benim açımdan gerçekten çok kötü bir yerdi.

 1952 Nisan'ında, Hank postanede işe girdi.

Oakwood postanesinde kuryelik yapan dört-beş kişi vardık.

Ona karşı ilk izlenimler olumlu değildi.

İyi giyimli biri değildi.

Yapılı bir vücudu vardı ama koca bir gallut gibi bir duruşu vardı.

Ayrıca bu ağır yüz ifadesi ve ağır karakteriyle gözünüzde daha da büyüyordu.

İşte burası. Gördünüz mü? A.B.D. Postanesi.

İki buçuk yıl burada cehennem azabı çektim. Hem de ne azap.

İşten nefret ediyordu ama işe bok atmayalım.

Sebebi kendiydi.

Sıkıcı formalitelere hiç gelemezdi.

Elinden geldiğince kısa süre çalışmaya baktı.

Ayrıca şefiyle de arası bozuktu.

Şef de elinden geldiğince, pis işleri bunun sırtına yüklemeye çalışırdı.

İşime diğerleri kadar meraklı değildim.

Aslına bakarsanız nefret ediyorum, sanırım siz de tahmin ediyorsunuzdur.

Resmi bir kurumdaki güzel bir işten nasıl nefret edilir? Ömür boyu sırtınızı devlete dayıyorsunuz.

Bu sokağa kadar taşımışımdır - Buraları iyi bilirim.

- Ne kadar sürdü? Üç-dört yıl öyle sürdü.

Kalan zamanlarda dolaşırdım.

Bu sayede bütün sokakları öğreniyorsunuz.

Los Angeles'ı en ince detayına kadar öğreniyorsunuz.

Siz de bilirsiniz.

Çocukluğunuzu bir korku hikâyesine mi benzetiyorsunuz? Evet.

- Gerçekten öyle miydi? - Evet, hem de nasıl.

- Neden? - Neden mi? Haftada üç kere ustura kayışıyla dövüldünüz mü hiç? Hem de 6 yaşından 11 yaşına kadar.

Hesaplarsak kaç kez dayak yemiş oluyorum? - Bunu yapan kimdi, babanız mı? - Evet.

Edebiyat eğitimimi ne güzel aldığımı da görmüş oluyorsunuz.

Beni o kayışla dövmesi bana bir şeyler öğretti.

- Ne öğretti? - Nasıl yazı yazacağımı.

Arasındaki ilişki nedir? İlişki şu seni o şeyle sürekli, sürekli dövdükçe tam olarak ne söylemek istiyorsan onu dile getirme eğilimi kazanıyorsun.

Başka bir deyişle dövüle dövüle numara yapmayı öğreniyorsun.

Ama babam iyi bir edebiyat öğretmeniydi, bana acının anlamını öğretti.

Hem de nedensiz acının.

Los Angeles Postanesi Müdürlüğü'ne, California.

03.11.1955 tarihinden beri çalışmakta olduğum kuryelik görevimden istifa ediyorum.

Bu iş sağlığıma zarar vermektedir.

Ülserim sürekli yenilenmekte ve görevimin zorluğu nedeniyle de iyice kötüye gitmektedir.

Şubemizde bana çok iyi davranıldı.

Tek amacım durumuma daha uygun bir iş bulmaktır.

Bu nedenle istemeyerek de olsa ilişiğimin kesilmesini istemekteyim.

Henry C. Bukowski, Jr.

Birkaç yıldır ülserim vardı, çok da acı veriyordu. Bir süre görmezden geldim.

Dayanıklı bir adam olduğumu düşünüyordum.

Sonunda olan oldu. Ağzımdan da kıçımdan da kan geliyordu.

İnsanda ne kadar kan olduğunu görseniz şaşırırsınız. Sürekli akıyordu.

Rengi de pembe.

Beni bir şekilde devlet hastanesine götürdüler.

Çok zorlu bir yolculuktu.

Taburcu olurken doktor bana "Bir kadeh daha içki içersen, hayatını kaybedersin." dedi.

Doktorlar sık sık böyle yalanlar söylerler.

Ölmem gerekiyordu ama bir şekilde hayatta kaldım.

Fazladan özgürce yaşayabileceğim bir hayatım oldu diyebilirim.

Böyle bir zamanda kamyon şoförü olarak bir işe girdim.

Geceleri sürekli bira içiyordum bir daktilo satın alıp yazmaya koyuldum.

Bu şekilde şiirlerim başlamış oldu.

Düzyazı yok olup gitmişti.

Tekrar hayata gelmiş ve önünde yaşanacak koca bir hayat varmış gibiydi. Öyle de yaptı.

Orta yaşlı birinin ölümcül bir hastalığa yakalanması gibi.

Hayatı tamamen yepyeni bir yöne doğru ilerledi.

Bu şekilde yüzlerce şiir yazıp sağa sola yolladım.

Şiir pek para kazandırmaz, fakat bu sayede tutkularınızı, bencil arzularınızı dışa vurabileceğiniz bir fırsat yakalamış oluyorsunuz.

Sanırım benim de biraz içimi dökmeye ihtiyacım vardı.

30'lu yaşlarınızın ortalarına doğru bilinciniz patlayıp kanatlanmaya başlar.

İşte Hank'e de böyle oldu, hikâyelerini yazıyordu.

Bir şeyler oluşuyordu, fakat hepsi de kısa hikâyelerdi Çünkü kendisini düzyazı üzerine geliştirmişti.

Hikâyelerden nasıl şiir çıkabilirdi ki? Bunlar hikâye tarzında yazılardı.

"Kadını eve götürdüğümde, 'Big Red ömrümde gördüğüm en iyi attı.' dedi.”

 “Ta ki ben soyunana dek." Bukowski şiirleri böyleydi, ama durumdan sonuç çıkarmada üstüne yoktur.

Söyleyebileceğim tek şey, 50 ve 60'lı yıllarda bol bol içki içerken gezegendeki en çok şiir üreten kişi olduğudur.

Hele o şiirleri yollama disiplini yok mu.

Siz olsanız üşenirsiniz.

Kırtasiyeden yüzlerce zarf alıp postaneye giderdi.

Belki de önceden postanede çalışmış olmasının da etkisi vardır.

Aşırı miktarda enerji gerektirirdi.

O ise bunu her gün yaptı.

Çok çalışkan bir şairdi.

1959 yılında "Küçük Dergilerin Kralı" olarak tanınıyordu.

Elinde kopyaları olmadan binlerce şiir okurdu.

Yani o zamanlarda bile "Küçük Dergilerin Kralı" olarak bilinirdi.

Hem hipodroma hem de çamaşırhaneye giderken bu caddeden geçiyorum.

Bazen çamaşırlarımı çamaşırhaneye götürüp oradan da hipodroma geçiyorum.

Sık sık yarışları izlemeye giderim.

İçki içmek yerine, hipodroma gitmeye başladım. Çünkü içkiyi bırakacaktım Hipodroma giderek kendime meşgale ediniyordum, sevgilime "İçki içmiyorsam ne yapacağım?" dediğimde, bana...

"Atlara git." dedi.

Ben de "Atlar mı, o da ne?" dedim.

"İşte hipodroma gidiyorsun, atlar aralarında yarışıyor." dedi.

"Ne saçma! Atları birbirleriyle mi yarıştırıyorlar yani?" dedim.

"Evet sen de bahis oynuyorsun." dedi.

"Ne kadar kaba bir şey!" dedim.

Sonra da neredeyse her gün gider oldum.

50'li yılların ortalarında aklındaki fikir şuydu.

İşten ayrılıp yarışlarını takip edecekti.

Atlar neredeyse o da orada olacaktı.

Del Mar, Hollywood Park, Santa Anita.

Tüm mesaisini bahislerle geçirecekti.

Başlangıçta hipodromlara sık sık gitti.

Kendini öldürmeye çalışıyor gibiydi.

Böylelikle gün içinde çalıştığı işten ayrılabilecekti.

Elbette bu isteği hiç gerçekleşmedi.

Günlerden bir gün hipodromdaydım fakat ilk yarışa geç kalmıştım.

Park edip içeri koştum. Fakat vücudumda biranın etkisi kendini belli ediyordu.

Neyse ki bir tuvalet buldum ve pantolonumla iç çamaşırımı hemen indirdim.

Sonra olay gerçekleşti. Sıcak, devasa ve berbat kokan bir şeydi.

Ayağa kalkıp aşağı baktığımda cüzdanımı yüzer halde buldum.

Hem de içindeki her şeyle birlikte.

Elime aldım, Tanrım.

Sifonu çektim.

Tuvaletten çıkıp cüzdanı yıkadım, dışarı çıktım.

Sonra "Atlar potaya girdi." diye bir anons yapıldı.

Köşeyi dolaşıp, gişeye vardım.

Cebimdeki biletlerden birini çıkararak "9'lu sıralı bahis!" dedim.

Gişe çalışanı bileti eline alıp şöyle bir baktı.

"Çabuk ol. Bilet iyi durumda sadece biraz ıslanmış işte!" dedim.

Görevli şöyle bir bana baktı, düğmeye bastı ve bahsi oynamış oldum.

Sonra çıkıp yarışı izlemeye gittim.

Dokuzda sıfır çektim.

Hipodroma gitmediğimde hiçbir şey yazamıyorum.

Sanırım bana şöyle bir şeyler veriyor.

Mesela elinizde olan bir şeyi yitirdiğinizde artık onu kullanamazsınız.

Ama ben yine de çabaladım.

Hipodroma gittiğinizde, bir sürü farklı insanla karşılaşırsınız.

Yüzlerce insan görürsünüz.

Hepsi de kazanmayı düşlemektedir.

Orası kocaman bir arenadır.

Orada ne istediklerini, ne kazanamadıklarını ve nelerin gerçekleştiğini görürsünüz.

Bunlar durumlar bir şeyler anlatır.

Birkaç şiirini Barbara Fry'a gönderdi.

Barbara da onu "Batı'nın Dâhisi" olarak nitelemeye hazırdı.

Ona bütün küçük dergilerden şiirler gelirdi.

Onun şiirlerini gördüğünde, "Vay be, bunlar bomba gibi." dedi.

Barbara Fry Texas'taki bir derginin başındaydı.

Mektuplaşıyorlardı, o esnada her ikisi de yalnız yaşıyordu. Bukowski o zamanlar Jane'den ayrılmıştı.

Mektubunda "Suratım tıpkı aslana benziyor." dedi.

Kendisini yanlış anlamasından endişe duyuyordu.

Barbara da mektubunda, "Ben de ters doğmuşum." dedi.

O da "O halde ikimiz de aslana benziyoruz." dedi.

Daha sonra evlenmeye karar verdi, düşünüp taşınmadan alınmış bir karardı.

Barbara kendini L.A.'de buldu.

Las Vegas'a gidip yıldırım nikâhı kıydılar.

Asıl olarak onu tatlı ve seksi bir bayan olarak görüyordu aynı zamanda da zengindi.

Ailesinin Texas'ta çokça parası vardı.

Bir sürü insanın düşündüğü gibi ben de Bukowski'yi çekici bulmuşumdur fakat aynı zamanda da ele avuca sığmayan bir tiptir. Jane de parası sayesinde eninde sonunda onu ele geçireceğini düşündü. Ama öyle olmadı.

Bukowski'de her şey cinsiyetlerin karşılıklı savaşına dayanır.

Bir tarafta kadın, diğer tarafta da erkek vardır.

 Bu savaş iki buçuk yıl sonra sona erdi.

 Ardından Barbara sürpriz bir şekilde boşanma davası açtı.

Bildiğiniz gibi kendisi "Pis Moruk" gibi şeyler söylenirdi.

Ama ben bunlara karşı çıkıyordum biz Bukowski'yi 1972 yılında yayınlamaya başlamıştık.

Herkes "Pis Moruğu yayınlamak da neyin nesi?" diye üzerime geliyordu.

Bense sürekli "Bu adam diğer bütün yazarlardan daha sanatsal biri." dedim.

Birisine "Freud 20. yüzyıl hakkında ne düşünürdü?" diye sordum.

"Freud'un tahmin edemeyeceği tek şey olabilirdi." dedi.

"O da Walt Disney, çünkü her şeyi ucuza mal edip çok güzel sonuçlar çıkarıyor." Bukowski'yi niçin yayımladığımı açıklarken de...

 ...şunu söyledim; "Kendisini, bizleri Disneyleştirmemeye adamış birisidir.”

 “Birisi bizleri Miki Fare'den kurtarmalıdır." Miki Fare'yi küçümserdi.

Özellikle de ellerine takmıştı.

Sanırım farenin üç parmağı vardı.

Ne iyi ne de yaratıcı tamamen anlamsız bir fanteziden ibaret olan size gerçek bir şey sunmayan bu üç parmaklı gerzek yaratığın milyarlarca insanı avucuna almış olması durumunu bir türlü kabullenemedi.

Miki Fare'den çok ürkerdi.

Ben de, "Peki, ya Walt Disney?”

 “Adam tam bir çılgın, acayip bir tip, bir deha, insanı "hayrete düşüren hayalperest biriydi.

Tüm bu fikirler de ondan çıktı." dedim.

O da "İyi de ne uğruna?" dedi.

Ben de "Küçük çocukların hayal güçlerini geliştiriyor." dediğimde "Hadi ya! Bu üç parmaklı piçte hiç ruh yok ki!”

 “Miki Fare'nin bir ruhu yok ki!" dedi.

 Haziran 1955'te, postaneden ayrıldıktan sadece birkaç ay sonra...

 ...Bukowski tekrar işe girmeye çalıştı.

"Sayın yetkili, Oakwood şubesinde kurye olarak çalışmaktaydım.”

 “Burada üç yıldan fazla çalıştım.”

 “Geçen nisan ayında işimden istifa ettim.”

 “Bu mektubu yazmamın amacı, tekrar görevime başlayıp "vekâleten kuryelik yapmak istememdir.”

 “İstifa sebebimi sağlık durumum olarak belirtmiştim.”

 “Dobra dobra konuşmak gerekirse, yalan söylemiştim.”

 “Şu an, yaptığımın yanlış olduğunu fark etmiş bulunmaktayım.”

 “Şayet birkaç gün izin alıp kafamı dinleme fırsatı bulsaydım "eminim istifa dilekçemi sunmazdım.”

 “Umarım içimdeki kurye olma heyecanını size yansıtabilmişimdir." Burası çok eğlenceli.

Herif basmakalıp laflar etmiş.

"İçimdeki kurye olma heyecanı." Kendisi dünyada basmakalıp konuşacak son kişiydi.

Sanırım o noktada da okuyucularını düşünmüş.

"Eğer benim için olumlu bir sonuç çıkarsa, bu kararınızdan asla pişmanlık duymazsınız.”

 “Saygılarımla, H. Bukowski, Jr., Los Angeles." Gördüğünüz gibi sanki depresyon içinde boğulan birinin kaleminden çıkan yazılar gibi.

Açıkçası, başından çok zorlu olaylar geçmiş olmalı.

 Bukowski, nihayet 1958 yılında postanedeki işine geri döndü.

Postanede 12 yıl mı çalıştınız? Aslında 15 yıl civarı, çünkü üç yıl kuryelik yapmıştım.

Daha sonra 11-12 yıl daha çalıştım.

Sizin gibi birisi nasıl olur da bu kadar uzun süre böyle bir işte çalışır? - Sırf bu işi yapmak biraz saçma gibi… - Benim bütün işlerim saçmaydı.

Ama geceleri çalışıyordum.

Çünkü o zamanlar, ne yaparsam yapayım geceleri uyuyamıyordum.

Elbette yapmaya çalıştığı şey yazılarını yazabilecek ufak bir yer ayarlamaktı.

Postane gibi bir bürokrasi ortamına girdiniz mi rahmi buldunuz demektir.

Eninde sonunda bundan sıkılacaktı, ama düzenli maaşı vardı ve emekliliği olacaktı.

Kendisi için çalıştırdığı bir düzenek gibiydi.

Yazılarıyla geçimini sağlayabileceği aklına hiç gelmemişti.

 60'ların başlarında tek yazarlı olarak Bukowski'nin...

 ...cep kitabı diye bilinen kitapçıkları yayınlanmaya başlandı.

O esnada da yazıyordum. 1960 başlarında yayımlanmaya başlandı.

O zaman da başarılı bulunuyor muydunuz? Hayır, sizin bahsettiğiniz şekilde başarılı değildim.

Alo? Çocukla beraber bir yere gitti, bana da kızgın.

Yalnızlığı seven Bukowski hiç yalnız kalamadı.

Sarhoş olduğunda illa ki birilerinin kendisine eşlik etmesi gerekirdi.

Üzerinde telefon numaram yazan mektuplarımdan biri eline geçmiş bu vesileyle bana telefon etti.

Zaten çok karizmatik biriydi, sarhoş olduğunda daha da farklı olurdu.

Dizgine alınamayan bir güç gibi olurdu.

Onunla ilk tanıştığımda postanenin gece vardiyasında çalışıyordu.

Her gün de işe gitmeden önce yazıyordu.

Bu yüzden beni görme fırsatını pek bulamıyordu.

Boşandığımdan beri yaklaşık üç yıldır korunmasız seks yapıyordum.

Hamile kalacağım hiç aklıma gelmiyordu.

Ancak hamile kaldığımda Kennedy suikastine olan tepkimle de birlikte duygusal durumumda değişiklikler oldu.

Sonuçta hamile kalmıştım.

Hank'le konuşup onun fikrini almaya karar verdim.

Derhal evlenmemiz gerektiğini söyledi.

Evlenmek istemediğimi söylediğimde çok şaşırmıştı.

Onu çok seviyordum, ama bir daha asla evlenmemeye de kararlıydım.

 1960'larda işadamı John Martin...

 ...ilk baskı kitaplarından etkileyici bir koleksiyon oluşturdu.

Amerikan edebiyatındaki herkesi topladım.

Melville, Henry James Whitman, Faulkner, Scott Fitzgerald gibi.

Daha sonra 2. Dünya Savaşı sonrası kitapları araştırdım.

"Asi Gençlik" dergisi elime geçti.

Bildiğiniz üzere içlerinde Ginsberg ve Kerouac gibi yazarlar vardı.

Sonra bir gün "The Outsider" dergisinin bir sayısı elime geçti.

Bukowski ve geçmişte kaybolup gitmiş birçok yazarı okudum.

Bukowski'ye yazdığım ilk mektup budur.

Ekim 1965'te şunu demişim.

"Sevgili Bukowski, siz çok iyi bir şairsiniz." O zamanlar yayımcı değildim, olacağım da hiç aklıma gelmezdi.

Los Angeles'ta ofis mobilyası gibi ofis malzemelerini tedarik eden ofis evraklarını çoğaltan bir şirketteydim.

Matbaa kısmından da ben sorumluydum.

Bukowski ile konuşup elindeki malzemeleri görünce Bukowski'nin yazılarını el ilanı şeklinde basmaya karar verdim.

Bu yöntem bir şeyi yayınlamanın hem en ucuz hem de en kolay şekliydi.

Kâğıdın bir yüzünü kullanıyorsunuz genelde de her sayfada ya bir şiir ya da bir paragraf oluyor.

Postanede çalışmak zorlu bir işti.

Tüm gece çalışıyordum, 11 yıl yazmanlık yaptım.

Aynı anda yazmak da zorundaydım.

Uyan, içkiyi eline al, yazılarını yaz sonra işe git.

Hep aynı şey. Uyan, iç ve yaz.

Çok zarar görüyordu. Öncelikle çok içki içiyordu.

Gün içinde hiçbir şey yazamadığı durumlar da onu tam bir dehşete düşürüyordu.

Bir de postanede "Tertip" denen bir şey vardı.

Telefon kulübesi gibi pleksiglas bir kutucuğun içinde otururdunuz.

Size yüzlerce mektup verirlerdi, belirli bir sürede hiç hatasız olarak mektupları kutulara atardınız.

O tabureden kalkıp yürüdüğünde kıçının nasıl terlediğinden bahsederdi.

Her altı ayda bir teste tabi tutulurlardı.

Dolayısıyla çalışması gerekiyordu, evde peynir kutusuyla çalışırdı.

Bir sürü kutucuğu olan bir rafın tam önünde otururdu.

O peynir kutusu haricindeki her şeyi ortadan kaldırırdı.

Üzerinde adresler yazan kâğıtları doğru kutulara atmaya çalışırdı.

Bu durum onun için tam bir kâbustu.

"Tertip" testini geçemezse işini kaybedebilirdi.

Artık kollarımı kaldıramaz hale gelmiştim.

Gece vardiyalarından sonra kollarımı kaldıramıyordum.

Kendi kendime; "Ya bu işten ayrılacaksın ya da geberip gideceksin!" dedim.

7 Eylül 1964 doğumluyum.

Tek hatırladığım, Los Angeles'taki küçük evimiz ve Hank’in daktilosu.

Hank geceleri çalışırdı.

Marina gündüzleri uyumazdı.

Gerçi geceleri de uyumazdı.

Ben de hiç uyuyamazdım.

Aşırı mutsuzdum. Şöyle bir baktığımda neredeyse aklımı kaçıracak derecede uykusuz kaldığımı görüyorum.

Hank ise evde mutlu bir kadın görmek isterdi.

Mesela mutfakta şarkılar söylememi isterdi.

Bu konuyu pek konuşmamıştık, ta ki bir gün yanıma oturup "Gitmek zorundasın. Elimden geldiğince kirana yardımcı olurum." diyene kadar.

Çok uzağa taşınmamıştık, böylece onun da Marina'yı görme fırsatı oluyordu.

Genelde harçlığım kalmadığında kızımızı onun yanına götürürdüm.

"Akşam yemeğine de gelebilir miyiz?" diye sorardım ve giderdik.

Biftek ve lima fasulyesi yapardı.

Onun elinden çıktığı için de çok severdim.

Yemeklerden sonra dinlenmekten hoşlandığını hatırlıyorum.

Tabii ki ben de küçüktüm ve oyun oynamak istiyordum.

Sevdiğim oyunlardan biri de "Batman ve Robin" oyunuydu, şöyle oynardık.

"Sen Batman ol Marina "işleri sen yapacaksın, ben de Robin olacağım" çünkü o hiçbir şey yapmazdı.

Yatağa uzanıp kestirmeye başlardı.

 Ben de yatağın üzerinde zıplayarak Batman'cilik oynardım.

Elbette ki babamın diğer babalardan farklı olduğunun farkındaydım.

Annem de çok farklıydı.

Hayatımız farklıydı, tüm arkadaşlarımız farklıydı.

Belki de bu tür bir hayat, uyamayacağım ortamlara ayak uydurma isteği yerine üzerimde hayata bakış açısından pozitif etkiler bırakmıştı.

"Kitlelerin Dehası" Ortalama insanda Herhangi bir günde herhangi bir orduya Yetecek kadar ihanet Nefret, şiddet ve saçmalık vardır.

VE Cinayet Konusunda En Becerikliler Cinayet Karşıtı Vaaz Verenlerdir.

VE Nefreti En İyi Becerenler SEVMEYİ Vaaz Edenlerdir.

VE -SON OLARAK- SAVAŞI EN İYİ BECERENLER BARIŞ VAAZI VERENLERDİR.

Ortalama Erkekten Ortalama Kadından Sakının Sevgilerinden SAKININ Sevgileri Vasattır, Vasatı Aranır Dururlar Ama Nefretleri Dâhiyanedir Nefretleri Seni Beni Herkesi Öldürebilecek Kadar Dâhiyanedir.

Yalnızlığı İstemezler Yalnızlığı Anlamazlar Kendilerinden Farklı Olan Her Şeyi Yok Etmeye Çalışırlar Sanat Yaratamadıklarından Sanatı Anlayamazlar Yaratma Başarısızlıklarını Dünyanın Beceriksizliğine Yorarlar Kendileri Tam Sevemedikleri İçin Senin Sevginin Eksik Olduğuna İNANIR VE SENDEN NEFRET EDERLER Ve Nefretleri Parlak Bir Elmas Bir Bıçak Bir Dağ Bir KAPLAN Bir Baldıran Otu Gibi Mükemmeldir En Usta Oldukları SANATTIR NEFRET! Bu müziği seviyor musunuz, yani klasik müziği? Güzel.

Sevdiğim tek tür.

Aslında hepsini severim.

Ama bu en iyisi.

 Mayıs 1967'de yeni bir yeraltı gazetesi gazete bayilerini süslemeye başladı.

Deneysel gazete ve dergilerde çalışan insanlar Eisenhower'ın Amerika’sını kullanıyorlardı.

Eisenhower'ın Amerika’sı bitmişti.

Koca ülkede hiçbir şey olmuyordu, ülke bitmişti.

Bu küçük dergiler çok basılmazdı.

Bundan 500 tane bundan da 1,000 tane basılmıştır.

Yeteri kadar dağıtımı da yapılmazdı.

Ben de Ocak 1963'te biraz mal mülk edindim 2 gün sonra da işten ayrıldım.

Yeraltı gazeteleri yeni bir yaşam tarzını, ve Amerika'nın yeni politikaları destekliyordu.

Hiçbir zaman objektif olmaya çalışmadık.

Tamamen sübjektiftik.

"Objektiflik yalandır." derdik.

 PİS MORUĞUN NOTLARI "Open City" dergisi, yayın hayatına başlamadan önce de küçük dergilerde çok iyi tanınırdı, hepimiz okurduk.

Ama piyasada bizler gibi çok kişi yoktu.

Tüm ülkede bu küçük dergilerin okur sayısı 2,000'i aşmazdı  Hollywood'da hippivazinin yaşandığı her yere bu duyuruları asıyordum.

Altı ay içinde çok meşhur biri oldu çıktı.

Open City'deki ilk yazısı, Hemingway'in bir kitabının incelemesi üzerineydi.

Ondan sonra da, haftalık yazılar yazmaya başladı.

"Bu köşeye ne isim verelim?" diye sormuştu.

"Pis Moruk" olsun dedim.

Gece boyunca içerdi, nefesi de iğrenç kokardı.

Ben de; "Sen pis bir moruksun, neden Pis Moruk olmasın ki?" dedim.

Hippileri hiç sevmediğini söylerdi.

"Postaneye gidip geliyorum, ne yani hayat bu mu?" derdi.

"Lanet olası hippiler!" Ama yazdıklarını yayımlayabilecek bir yer bulmuştu onun için büyük bir fırsattı.

Yani orayı kendi ihtiyaçları için kullandı diyebiliriz.

İşten eve otobüsle giden birini gördüm.

Open City dergisini okuyordu.

Bir işçi Bukowski'nin yazılarını okurken gülmekten kırılıyordu.

Gün boyu çalışmış bir adamın fabrikadan eve giderken bu hikâyelere gülmesi ilginçti.

Böyle milyonlarca insan olmalı derdik.

 1969'da Open City kapandı.

 Bukowski köşesini "L.A. Free Press" dergisine taşıdı.

Sanırım 21 yaşında falandım.

Silver Lake'de babamla birlikte ufak bir dairede kalıyordum.

"L.A. Free Press" okuyordum.

Pis Moruğun köşesini gördüm.

Yazısını fevkalade buldum.

"Bu adam yüzyılın yazarı.

Yazısı ise "bir paçavra gazetede yayımlanmış" dedim.

Şairlik yönü mükemmeldi.

Bir yandan da onu keşfettiğinizi düşünüyorsunuz.

Sizden uzak birisi, onu ellerinizle eşeleyerek buluyorsunuz.

Ortak bir arkadaşımız vardı.

Onun da evleneceği bir sevgilisi vardı.

Bir parti verdiler, Bukowski'nin olduğu bir partiye gidecektim.

Salonda bir adam vardı, sağı solu süslüyordu.

Bense yalnız başımaydım. Bukowski; "Yukarı gelsene dostum." dedi O da "Tamam, tamam." dedi.

Ben de "Hey, dur bakalım." dedim.

"Bırakın da gireyim." dedi.

"Tamam be gir." dedim.

Her şeyden bahsediyorlardı. Mesela Vietnam savaşından, savaşa karşı olduklarından. Savaş kötü diyorlardı. Bukowski de: Savaşta kaç kişiyi öldürdüğünden falan bahsediyordu.

"Saçmalama. Defol git." dedim.

"Ne oldu? Benden hoşlanmadın mı?" dedi.

"Evet hoşlanmadım, git hadi." dedim.

Herif birden silahını çekti.

"Ben savaşa katılmış bir adamım.

Düşmanını öldüreceksin." dedi.

Birden etrafımda hiç arkadaşım kalmadı, herkes aniden kayboldu.

Ben mutfağa doğru gittim.

Belki kaçmış gibi göründüm, ama asıl amacım yardım bulmaktı.

Yanıma geldi, silahını şakağıma dayadı.

Bukowski karnını silaha dayayarak, "Hadi beni öldürsene.”

 “Nerede sende o göt!" dedi.

"Ben zaten intihara meyilli biriyim.”

 “Sıkıntımı da öğrendin, bakalım bu işi nasıl çözeceksin?" dedim.

Bir-iki dakika geçmişti, bir yere gidememiştim, bana bakıp duruyordu.

Hayat veya hapishane ile sıkıntıların mı var? Hatta elektrikli sandalyeyle.

Herife tekrar bakarak; "Hadi be, öldürsene beni." dedi Herif silahı yere atıp ağlamaya başladı, "Böyle olsun istememiştim." falan...

Sinekliği aralayıp dışarı çıktı.

Bukowski silahı alıp şarjörünü çıkardı.

Arkadaşlarım toplanıp, "Hank iyisin ya!" diyordu. "Evet arkadaşlar iyiyim "bana o kadar yardımcı oldunuz ki.”

 “Öylece dikilip izlediniz, adama müdahale bile etmediniz." dedim.

"Ama Hank." dediler.

"Tamam, sorun yok." dedim.

Kahramandı veya değildi, adamı alt etmişti.

Kendi kendime hallettim.

Ama ölmeye o kadar hazırlanmıştım ki, daha çok istediğim başka bir şey yoktu.

HAYVANLARLA YAŞAMAKTAN BIKMIŞ BİR AKIL HASTASININ İTİRAFLARI John Martin görebiliyordu.

John Martin halkı hissediyordu.

Birkaç kitaptan sonra John Martin bu yazarı takip eden kişilerin olacağının farkına vardı.

Bukowski tüm zamanını işine yoğunlaşarak geçirmeliydi. Oysa Bukowski bu duruma karşı çıkıyordu.

"Memur haklarımdan feragat edip işimden istifa ettim diyelim "burada da düzen tutturamazsak ben ne yaparım?" diyordu.

John Martin denen adam, postanede çalıştığım dönemde yanıma geldi.

"Black Sparrow" basımevinde benim yazılarımı yayımlayacaktı.

Bir gece bana uğradı.

Onun ufak karanlık odasında oturup, elimize bir kâğıt aldık.

Aylık ne kadar paraya ihtiyacı olduğunu hesaplayacaktık.

Bir ayda sigaraya 3,5 dolar yemeğe 19 dolar gibi rakamlar söyledi. 60'lı yılların ortalarındaydık.

Kirası 80 dolardı. Çocuk yardımı olarak 15 dolar veriyordu.

Toplamda 100 dolara ulaşmıştık.

Ben de şöyle dedim "Ayda 100 dolarla geçinebiliyor musun?”

 “Evet." dedi. Ben de "Peki." dedim.

"İşe yarar mı bilmem ama kazancımın yüzde 25'ini ömür boyu sana vereceğim.

"Ama sen de işten ayrılıp tam zamanlı olarak yazılarını yazacaksın." dedim.

Cüretkâr bir davranıştı.

Karıma da bundan bahsetmemiştim.

"İster yaz ister yazma, sana ömür boyu "her ay 100 dolar vereceğim." diyordu.

Çok güzel bir teklifti.

Bir şekilde kirayı çıkarırdı ama çocuk yardımına yeter miydi bilmiyordum.

Bu beni biraz cesaretlendirdi.

Bu iyi içici ihtiyara bel bağlamak sizce de biraz tuhaf değil mi? Hayır, çünkü işimizin onun asıl kişiliğiyle hiç ilgisi yoktu.

Onun bozuk yanlarıyla ilgili değildi.

Bizim için önemli olan ne demek istediğiydi.

Ayrıca onu önemli yapan şeylerdi.

Şunu demek istiyorum onu ilk okuduğumda; "Vay be, bu adam günümüzün Whitman'ı." dedim.

Bu adam sokakların adamıydı.

Sokaktaki insanlara hitap ediyordu.

İster banker olun ister soyguncu elinize fırsat geçtiği an değerlendirirsiniz.

Bukowski karşımdaydı ve bu adam gelecekteki çalışmalarını benim elimin altında yaparsa ben düze çıkarım diye düşündüm.

1969 sonlarında ona şöyle dedim; "Biliyorum sen bir şairsin "bu yüzden de Black Sparrow Basımevi'nde senin şiirlerini basmayı düşünüyorum.

"Ama roman da yazarım dersen bu harika olur "çünkü romanlar şiir kitaplarından çok daha fazla satar." Ancak ne yapabileceğine ne de kabul edeceğine hiç ihtimal vermedim.

Böylece benim yanımda çalışmaya başladı.

2 Ocak 1970'te aylık 100 dolar maaşla işe girdi.

Beni 25 Ocak'ta arayıp "Sade bir şey oldu, gelip bir baksana." dedi.

"Neye bakayım?" dedim.

"Romanıma.

Roman yaz demiştin ya." dedi.

"Nasıl olur da üç-dört haftada roman yazabilirsin ki?" dedim.

"Korkudan." dedi.

Bukowski, pastoral başlangıçlardan nefret ederdi.

Mesela, "Uzaklarda çok güzel, engebeli "karlarla kaplı dağların olduğu bir yer vardı.

..."Eski püskü otomobiliyle Tom Haney çıkageldi." gibi.

Bukowski bu durumda; "Aman Tanrım.”

 “Niye böyle boktan bir giriş yaptım? Bu gerçek değil ki." derdi Peki "Postane" romanı nasıl başlar? İlk satır neydi? "Hata sonucu başladı." Ne harika bir giriş. Okur şöyle düşünüyor; "Hatayla başlayan ne?”

 “Hayatım tabii ki.

12 yıldır postanede çalışıyorum.

..."alın size hikâyesi." Peki sonuçta ne oldu? Onca acı ve onca sıkıntıyla orada çalışarak bize bu eğlenceli romanı sundu.

Biliyorsunuz benim ismim Dom Muto.

Meşru bir isim olsun diye bana Tom ismini taktı.

Moto, Japonca bir isim. Acaba diyorum hiç aklına gelmedi mi? Japoncayı kötülediğimden değil de.

Aslına bakarsanız çok güzel bir isim fakat onun yaratıcılığına ne olmuştu? Bana Graziano gibi bir isim de verebilirdi.

Kitap doğru muydu? Evet doğruydu.

Babam zamanının çoğunu barlarda geçirirdi. Bu yüzden ben de bar gibi loş ortamlara alışıktım.

Babam öğleden sonraları loş barlarda içki içerdi.

Sanırım böyle başladı, aslında bundan da öte şeyler de vardı.

Babamla takıldığımız yerlerde yazar da, sokaktaki vatandaş da bulunabilirdi.

Aslına bakarsanız kimsenin gitmek istemeyeceği bu loş yerlerde pek yazılacak şey de yoktu.

Yoksun bırakılmış kişilerin yazarı gibiydi.

Bir de sesini yükseltme imkânı olmayanların.

Bu koleksiyonumu Santa Barbara'daki Kaliforniya Üniversitesi'ne 50,000 dolar karşılığında sattım.

Hepsi de ilk baskılardı.

60'lı yılların ortalarından bahsediyoruz.

O zamanlar da 50,000 dolar iyi paraydı.

Bu para çok işime geldi.

İki veya üç yıl sonra, çalışmadığım ve başka gelirim olmadığı için toplamda 500 dolarım kalmıştı.

Bir işe koyulma vakti gelmişti.

Çok iyi günlerdi ancak bitti.

İşte o hafta ilk kez, harcadığımızdan çok miktarda bir para kasamıza girmişti.

İşte Bukowski ile yolumuzu bulduğumuz nokta orası olmuştur.

 1975'te Bukowski'nin ikinci romanı yayımlandı.

 Henry Chinaski isimli roman kahramanı, oradan oraya geziyor, içiyor...

 ...kavga ediyor ve pek çok sayıda işte çalışıyor.

Kapital bir toplumda herkes inişli çıkışlı günleri hissediyordu.

Çalışmayı reddeden bir adamın vaazlarını okumak da hepsinin hoşuna gidiyordu.

 Bizim uşak çalışmayı reddediyordu.

Protestan çalışma etiğinin zıddı olduğundan değil ama temelde bir yanlışlıktı. Sonuçta başkalarının belirlediği hayatı boşa harcamak oluyordu.

Bir sihirbazdı.

Bir keresinde onun çektiği bir ana şahit olmuştum.

Linda King beni verdiği partiye davet etmişti.

Aslında gitmeyecektim çünkü Hank beni davet etmemişti. Linda King oradaki herkesle delicesine flört ediyordu. Acayip ve aptalca bir durumdu.

Partinin sonuna doğru 8-9 kişi kalmıştı, ben de kapının önündeydim.

Birden kapının önünde belirdi, 8-9 kişinin önünde kudurmaya başladı.

1.90 boylarındaydı, kendisine bakıyordum.

Söylediklerinin tek kelimesini anlamıyordum ancak patlayan bir volkan gibiydi.

Herkes de sinmişti.

Ona bakıyordum, birden küçülmeye başladı.

Orantılı olarak boyu da kilosu da azalıyordu, yemin ederim.

Tanrı'ya inancı olan biriyim.

Yemin ederim boyu 80 cm kaldı.

Şu an nasıl elimi görüyorsam o zaman da bu olaya şahit oldum.

Tekrar büyümesin istiyordum, öylece arkamı döndüm, ön kapıdan çıkıp gittim.

Kız arkadaşımlaydım, ayağını şu konsolun üstüne koymuştu.

Sokaklarda dolaşıyorduk, dur-kalk yapıyorduk.

Gazı köklüyorduk. Destek alayım derken topuğu cama geldi.

Öleceğimizi sanıyordu ama ölmedik.

Hoş bir dizayn oldu.

Ben beğendim.

Araba da git gide bana benzemeye başlıyor.

Bir zamanlar kendimi çok çirkin bulurdum.

Ancak kadınların çok güçlü olduklarını öğrendim.

Onlara verecek iyi şeyleriniz varsa mesela hisleriniz gibi.

Kadınlar güçlüdür.

Bir kolunuz yokmuş beş parmağınız eksikmiş burnunuz kocamanmış umursamazlar.

Tabii siz de...

Hiç şansın olmaz.

Hank, "Kadınlar" isminde bir kitap yazıyordu.

Ben tanıştığımda mı başladı? Aslına bakarsanız öyle.

Çünkü, "Etüt" diye isimlendirdiği bir şey yapıyordu.

Bu etüt, uzun süre birlikte olduğu bir kadınla başladı, Linda King'le.

Sonra ondan ayrıldı.

Adı biraz duyulduktan sonra kadınlar ona gelmeye başladı.

Böylece kadınları seçme ve bu konuda deneyim kazanma fırsatı buldu.

Bir çocuk gibi düşünün. Kadınların dünyasını hiç olmadığı kadar keşfediyordu.

Sonrada "Kek O’Brien" dediği kadınla birlikte oldu.

Onu daha çok arkadaşım gibi gördüm.

Aklımdaki baba figüründen de öte biriydi.

 PAM MILLER "KEK" İlişkimizi o kadar ciddiye almamıştım. Hatta ona asla âşık olmadım diyebilirim.

Ara sıra bana o malum şarkıyı söylerdi.

Bugüne kadar o şarkıyı hiç duymadım.

Gerçek bir şarkı olduğu da muamma.

Kendisi uydurmuş da olabilir.

Şöyle bir şeydi.

#Hissizsin.

#Niçin bana karşı bu kadar hissizsin? #Hissizsin.

#Nasıl olur da bana karşı bu kadar hissiz olabilirsin? Bu şarkı eskilerden.

#Nasıl olur da bana karşı bu kadar hissiz olabilirsin? Ona deli gibi tutulmuştu. Onun emrine amadeydi. Kadın ise onu hiç umursamıyordu. Bir haftalığına ortadan kaybolurdu, Hank'i hiç düşünmezdi. Hafta boyu can çekişirdi.

Yağmurda araba kullanan, kafası karışık adamla ilgili şiirini bilirsiniz.

- Gelen Kek mi? - Hayır.

Değil mi? Pekâlâ. Devam edelim.

- Onu mu bekliyordunuz? - Hayır.

- Hayır mı? - Bana bir haftadır bana kızgın.

Bir seferinde Carlton Way'deki evine gitmiştim verandada delik deşik bir kanepe vardı.

Kapıda nefis mi nefis şahane güzellikte iki Flemenk kız onun eve gelmesini bekliyordu.

Nerede olduğunu sordular.

"Hipodromdadır.

..."ama saat 5'te buluşacaktık." dedim. Sonra bana "Bukowski ile görüşmek istiyoruz." dediler.

"Görüşüp ne yapacaksınız ki?" dedim.

"Onunla sevişeceğiz." dedi.

"Kadınlar" isimli kitabınızı okurken, okurlar sizin gözünüzde kadınların bir çift memeden başka bir şey olmadığı izlenimine kapılabilirler.

Yapma şimdi. Kitabı okudun ve sadece bunu mu çıkardın yani? Benim yatağa girip ağladığım kısımları anlamamışsın.

Evet ağlamıştım, çünkü Şükran Günü için iki kadın davet etmiştim, hangisinin kalıp hangisinin gideceğini bilmiyordum.

Demem şu ki kendimi katıksız gerzek gibi hissettiğim anlar da oldu.

Yok yok öyle değildim, yani ben aslında işi gücü sevişmek olan biri değildim. Üzgünüm Öyle olduğumu söyleyebilmek iyi olurdu, sert bir erkek gibi davranmak diyorum.

Ama ben öyle biri değilim.

Ancak sürekli olarak hikâyelerinizde aşkı cinsel ilişkiyle eş anlamlı kullanıyorsunuz.

- Bunu nereden çıkarıyorsun? - Bu o kadar da romantik değil, değil mi? "Aşk Cehennemden Çıkma Bir Köpektir." Hepsi bu. Kendi içinde kıvranır durur.

Kendi sancılarını da yanında getirir.

Ama sen bu fikirlere nasıl kapılıyorsun anladım.

Senin kafan bombok olmuş.

Bir gün ikimiz oturup kadın düşmanlığına ithamlar üzerine uzunca konuşmuştuk.

Basitçe şöyle söylemişti.

"Beni daha önce "okumuş olanların büyük bir çoğunluğu "erkeklere hep kötü davrandığımı bilir." Aslında öyle, çünkü aşırı otobiyografik ve bu karmaşık dünyada hata yapmakla ilgili.

Bu şiirin adı.

"Duş" Ardından banyo yapmayı severdik.

Su ondan daha ateşli gelirdi.

Onun yüzü öyle uysal öyle sakindi ki.

Önce beni yıkardı, taşaklarıma sabun sürerdi.

Taşaklarımı avuçlayıp sıkardı, sonra sikimi yıkardı.

"Hey sikim hâlâ kalkık durumda!" Sonra sıra saçlara, göbeğe, sırta, boyuna ve bacaklara gelir.

Sırıtırım, sırıtırım, sırıtırım.

Sonra da onu yıkarım.

Son bir öpücükle havlusuna bürünen ilk o olur.

Bazen duştayken şarkı söylerim.

Sıcak suyu biraz daha açarım, aşkın mucizesini o an yaşarım.

Linda, aşkı bana sen getirdin.

Kusura bakma...

Alıp götürürken de ağırca götür.

Sanki uykumda ölüyormuşçasına yap.

Hayattayken yapma, âmin.

Gördün mü? İşte duygulanıyorum.

S...r be. Kusura bakma.

Bu kadınla beş yıllık bir birliktelikten sonra ayrılmıştık.

Çok iyi bir okuma olmadı.

- Linda mı? - Linda, evet.

Yanlış şiiri okudum.

Vay anasını! Giderek yumuşuyorum be evlat.

Onunla L.A.'de Troubadour'daki bir şiir okumasında tanıştığımız an kadınlar üzerindeki etüdü halen devam ediyordu. Bu nedenle sevgilisi olmaya hiç niyetlenmemiştim. Bir şekilde arkadaşlığımız gelişti. Başlangıçta sürekli telefon ettiği arkadaşıydım.

Bana diğer kadınlardan bahsedip dururdu.

Daha sonra daha da ilerledik.

Hayatına girip evine gelip giden kadın halini aldım. Sonunda da benimle etüdü tamamlandı diyebiliriz.

Orada bittim işte.

Hepsi gitti.

Hepsini başından def etti.

Bu güzel resmi yapmıştı.

30. basımda, kapakta da bu çizimi kullandık.

Burada da kitabını okuyan kadınların ona gönderdiği mektuplar var.

Kendisi de bana vermişti.

Burada bir sürü, belki yüzlerce mektup var. Hepsi de onunla tanışmak için yalvarıyor.

Hepsi de hoş deneyimler içeriyor.

Bir tanesi de bu.

Bu kadın da tüm elbiselerini çıkarıp küvete uzanarak, Kadınlar'ı okumayı tercih etmiş.

Onunla tanışmayı çok istiyordu.

Böylelikle kendisiyle iletişim kurmayı düşünmüş olmalı.

Etrafıma doluşmaya başladıklarında, şimdiye kadar elde edemediğim şeylere ulaşacağım dedim.

Bir keresinde geceyi altı farklı kadınla geçirmiştim, hem de arka arkaya.

- Sahi mi? - Şöyle bir şey geçti içimden.

"Tanrım ben acayip bir şeyim." Ama değildim. Aslında geçmişte yapamadıklarımı yapmaya çalışıyordum.

Sonunda yaptığımdan utandım ve orada kestim.

Ama bunlar üzerine bir romanım var işte. Öyle.

Peki bugünlerde seks hayatınız nasıl? Ortalama diyelim, seninki nasıl? Aynadaki haçın anlamı nedir? Şu mu? Buna Almanya diyorum.

Orada doğmuşum.

Bana orayı hatırlatıyor.

- Haçın türünü biliyor musunuz? - Hayır bilmiyorum.

- Demir haç, askerler kullanır.

- Demir haç demek.

Dergi ve kitapçıklarda çocukluğuyla ilgili konulardan ufak ufak bahsetmişti.

Ben de onun doğumuyla liseden mezun olması arasındaki hayatı hakkında, bir roman yazmayı gerçekten çok istedim.

Biraz da şu an yazdığınız kitaptan bahsedelim mi? Çocukluğunuzla ilgili kitaptan.

Dörtte üçü bitti.

Bir korku hikâyesi diyebiliriz.

Diğerlerine nazaran, yazması daha zor bir kitap oldu.

Ancak biraz benzerlik ve biraz da mizah kattığım için kitapta, çocukluğumda çektiğim tüm zulmü göremiyoruz.

Çocukluğuyla ilgili bir şeyler yazacağı noktaya geldiğinde, içinde gizli kalmış hislerin açığa vurulmasını sağlayan bir deneyim oldu denebilir.

Bunun için çok mücadele etti, çocukluğuna dönüp bir şeyler karalamak onun yıllarını aldı.

Bunları yazarken hem de o anları hatırlıyordu.

Çok kötü anılar da yeniden yaşanıyordu.

Ama bunu yaparak o dehşet dolu deneyimlerden de zihnini kurtardı diyebilirim.

Bukowski’nin dedesi Almanya'dan gelip Kaliforniya'nın Pasadena kentinde müteahhit yapmaya başlar.

Birkaç tane çocuğu vardır, bir tanesi de Baba Henry Bukowski'dir.

Daha sonra Almanya'ya Amerikan Piyadesi olarak geri döner.

"Andernach am Rhein"daki ufak bir kasabada Bukowski’nin annesiyle tanışır.

Evlenirler ve Hank dünyaya gelir.

Birkaç yıl Andernach'ta kalırlar ardından Amerika'ya, Los Angeles'a dönerler.

Bukowski’nin babası bir süreliğine süt dağıtıcılığı yapar.

Bir sürü geçici işte çalışır.

Maddi durumları iyi değildir ancak nihayet Longwood Caddesinde hoş bir ev satın alırlar.

Hem de 30'lardaki kıtlık döneminde.

Burası Longwood Caddesi, 2122 numara.

Dehşet evi.

Izdırap evi.

Bu evde neredeyse geberiyordum.

Ama gebermedim.

Gördüğünüz gibi karşınızdayım.

Buradaki çimleri biçerdim.

Her iki tarafı da biçerdim.

Önce şurayı, sonra da şurayı.

Çimin tamamını kökünden biçmem gerekiyordu.

Bir tane bile unutsam dayağı yerdim, bir tane bile.

Hiç bırakmadan biçmek de çok zordur.

İsterseniz bir deneyin.

Bu yüzden her seferinde dayak yerdim.

Babamın bir ustura kayışı vardı.

Burada asılı dururdu.

Sonra eline alıp "Pantolonunla külotunu indir." derdi.

Burada böyle dikilirdim o da vurmaya başlardı.

Kaç fiske vurduğunu bilmiyorum ama çok acıtırdı.

8, 10, 12, 14.

Bağırmak da işe yaramaz hele ki altı veya yedi yaşlarındaysanız.

10, 11, 12 yaşlarıma geldiğimde daha az bağırır oldum.

Son fiskemi yediğimde hiç bağırmamıştım.

Hiç ses çıkarmamıştım.

Sanırım bu onu korkutmuştu, çünkü hiç bağırmadığım dayak, yediklerimin sonuncusu olmuştu.

Burası, böyle dikilip konuşmak için çok berbat bir yer.

Burası hakkında çok konuşmak istemiyorum.

Çok insafsız biriydi.

Beni durmaksızın döverdi.

Ya anneniz? Kendisi Almandı, ben dayak yerken de şöyle derdi "Baban her zaman haklıdır." Hep böyle olurdu.

Tamam ara sıra haklı olduğu da olurdu ancak yüzde 86'lık bir oranla tamamen haksızdı.

Hank’in babasının değerleri, sıradan Amerikan vatandaşının değerleri gibiydi.

Yaptıkları kötü görünmezdi. Tamam çocuğunu dövmek kötüydü, ama o kadar.

Diğer yandan da geleneksel bir durumdu.

İnsanlar yüzyıllar boyu çocuklarını dövdüler.

Eski Ahit'te Leviticus'a bakarsanız oğlunuz size karşı gelirse onu öldürme yetkiniz vardır.

O zamandan beri çok ilerleme katettik.

Yani, oğlunu tek döven kişi Henry Bukowski değildi.

Puştun tekiydi. Korkaktı ve onun kanını taşıyorum.

Bazen bir kadınla tartışırken kendimi bombok ve rezil hissederim.

İnsafsız davranırım.

Bazen de içimde babamın kanını taşıdığımı hissederim.

O iğrenç kan içimdedir.

Kötü bir his.

Bu fotoğraf Hank'in lise mezuniyetinden.

Gördüğünüz üzere bu fotoğrafla biraz oynanmış.

Yüzü, çiçek hastalığından kalma çopurlarla doluydu. Hemen göze çarpardı.

Bu fotoğrafın çekilmesini istememişti.

Arkadaşlarında kalacak bu fotoğraflarda yer almak istemiyordu.

Hepimiz akneyi biliriz, ancak akne vulgaris bu rahatsızlığın aşırı ilerlemiş halidir.

Şehirde gitmediği doktor kalmamıştı.

Yüzündeki, boynundaki, sırtındaki kollarındaki ve göğsündeki o korkunç şeylere iğne batırıp duruyorlardı.

Yıllar yılı fiziksel görünümünüzle tenkit edilirseniz sonuçta fiziksel, duygusal ve zihinsel olarak birçok şekilde bu itilmişliği dışa vurursunuz.

"Ekmek Arası" kitabındaki şu harika bölümü bilirsiniz.

Lise mezuniyet töreninde salonun dışında bekler.

İçeri girmek için çok çirkindir ve utanmaktadır.

Kafasını tuvalet kâğıdıyla sarmalar daha sonra kendini yumruklar.

Tuvalet kâğıdının arasından patlamış aknelerden kan ve irin gelmektedir.

Kendisi karanlıklar içindeyken mezuniyet töreninde eğlenen gençlere bakar durur.

Sevgilimle bir otobüsteydim.

Herifin biri bindi bize doğru geliyordu, arkalarda boş bir koltuk arıyordu.

Yüzündeki izler benimkilerden de derindi.

Bakın ne diyeceğim.

Herifi kıskandım.

- Kıskandınız mı? - Evet.

"Tanrım. Herifi gördün mü?" dedim.

"Evet gördüm." dedi.

"Vay be!" dedim.

Ne kadar yakışıklı biriydi.

Kendisine kötü davranıldığını göz önünde bulundurursak aslında Hank ailesinin yanında uzunca süre kaldı diyebiliriz.

Elimde 1944'te çekilmiş bir fotoğraf var.

Burada Bukowski, annesi ve babasıyla Longwood'daki evin arka bahçesindeler.

Üçü birlikte fotoğraf çektirmişler.

Onlardan her ne kadar nefret etse de bir şekilde evine dönüyordu.

Niçin çamaşırhaneye gelmek için bunca yolu katediyorsunuz? Çünkü diğer çamaşırhanelerin kullandığı sabunlar insanı kaşındırıyor.

Bu yüzden kentin en iyi çamaşırhanesi burasıdır.

Çok fazla Çok az Çok şişman Çok zayıf Ya da hiç kimse.

Raptiyelerin sırtı gibi Soğuk yüzlü yabancılar Ellerindeki şarap şişelerini sallayarak Önlerine çıkanları süngüleyip Kadınların ırzına geçen ordular Ya da ucuz bir pansiyon odasında Marilyn Monroe'nun fotoğrafıyla yaşayan bir ihtiyar.

O denli büyük ki dünyadaki yalnızlık Onu saatin kollarının ağır hareketlerinde bile görebilirsiniz.

İnsanlar yorgun Ya sevgiyle ya da sevgisizlikle sakatlanmış.

Müşfik davranmıyoruz birbirimize Zengin zengine fakir de fakire müşfik davranmıyor.

Korkuyoruz Eğitim sistemimiz bize oturduğumuz yerden para kazanabileceğimizi öğretiyor Ne bataklıklardan ne de intiharlardan bahsetmez Ya da yalnızken acı çeken insanın içine düştüğü dehşetten.

Boncuklar sallanır Bulutlar örter Bir çocuğun kafasını koparır cani Dondurma külahından bir ısırık alır gibi Çok fazla Çok az Çok şişman Çok zayıf Ya da hiç kimse.

Sevenlerden çok nefret edenler var Müşfik davranmıyoruz birbirimize Müşfik davransak ölümler bu kadar kederli olmayabilir Bu esnada şans çiçeğinin sapını koparan kıza bakıyorum.

Bir çıkar yolu olmalı Elbette aklımıza henüz gelmeyen bir çıkar yolu olmalı Bu beyni kafama kim yerleştirdi? Beynim ağlıyor, istiyor Bir yolu olduğunu söylüyor Meğer "hayır" dememekmiş.

 1978'e kadar Bukowski, Doğu Hollywood'dan...

 ...ayrılmak istiyordu.

 Linda ile birlikte Kaliforniya San Pedro'da bir ev satın aldırlar.

Linda, yani ikinci Linda hayatına girince ona bağlandı. Linda'nın onunla ilgilenip yanında kalacağını biliyordu.

Bukowski’nin çılgın arkadaşlarına bakarsak, ona bağlanabilecek bir bayandı.

Sonuçta ona odaklanıp, hayatını kurtarmak için çok çaba harcadı.

Onu Doğu Hollywood'dan kurtardı.

San Pedro'da bir ev almışlardı.

Los Angeles'ın harika mahallelerinden biriydi. Çok ön planda bir yer de değildi.

Belki de Bukowski’nin ömrüne bir on yıl daha eklemiştir diyorum.

Aslında onun hayatında farklı bir dönüm noktası oldu.

Yazmaya devam etti.

Yazdıkça da ünü arttı.

Ne olursa olsun yazdı.

Daha popüler, başarılı ve ünlü olmuştu.

Evet yazarak ünlenmişti.

Okuyucuyu ucuz otellerden alır San Pedro'ya götürür.

Burada hoş bir evi golf oynayan komşuları, güzel bir arabası vardır.

Yani onunla bir yolculuğa çıkarsınız.

Benim için harika olduğunu söyleyebilirim. İnsan kendisine imreniyor.

Onunla yola çıkmak güzeldir.

Barbet Schroeder'ın "Bar Sineği" filmini çekecek kadar parası yoktu.

Bu yüzden, birkaç profesyonel kişi bulup Hank hakkında bir belgesel çekmeye karar verdi.

Aylar boyu onunla röportaj yapmak için hafta sonları buraya gelir, saatlerce konuşurlardı.

Bir içeride bir dışarıda otururlardı.

Bir akşam Hank'le röportaj yapıyordu, yorucu bir gün geride kalmıştı.

Hank de beş-altı şişe şarap içip saldırgan bir tavır takınmıştı.

İyi biri olduğum için başkalarınca hep kullanıldım.

Benim tanışan kadınlar içlerinden şöyle söylerler.

"Bu şerefsizi kullanabilirim. İtip kakarım. Herif yumuşak başlıymış." Sonra da yaparlar.

Biliyor musun, artık biraz gücüme gidiyor.

Gücüne giden ne? İtilip kakılmak.

İtilip kakılmak mı? Evet.

İtilip kakılmak.

Seni itip kakmalarına neden müsaade ediyorsun seni sersem? Bu şekilde itilip kakılmaya neden müsaade ediyorsun? Sana bin kere git dedim.

Gitmedin.

- Avukat tutup senden kurtulacağım dedim.

- Bir dakika, o bir işe yaramaz.

O şey bir işe yaramaz.

Neden sürekli olarak seni itip kakmalarına müsaade ediyorsun? Çünkü iyi yürekliyim. Karşımdaki kişiye yeni bir şans daha veriyorum.

Veriyor musun? Sana birçok kez şans verdim.

Ama sen beni itip kakmaya devam ettin.

Benimle alay edip durdun. İşte bu yüzden sana avukat tutacağım diyorum.

Seni buradan attıracağım.

Bende o yürek yok sanıyor.

Onsuz yaşayamayacağımı sanıyor.

Yahudi bir avukat ayarlarsam seni çok çabuk bir şekilde buradan şutlarım.

Ne olduğunu şaşırırsın.

Kendini yeryüzündeki son kadın falan mı sanıyorsun sen? Aklıma hiç öyle bir şey gelmedi.

Öyle mi? Artık gelse iyi olur.

Seni bir sonrakine devrediyorum.

Bir sonraki neye? Sonraki adama işte. Seni alsın.

Hiç kıskanmam bile.

Seni alsın, ne yaparsanız yapın.

Her gece sabaha kadar...

Benim senin gibi bir kadına ihtiyacım yok.

"Her gece dışarılarda olacaksın, ne şanslısın!”

 “Yahudi bir avukat tutup seni bu evden attıracağım.”

 “Defol!" Çok inciten sözlerdi.

Kamera da kayıttaydı.

Harika bir çekim oluyordu.

Oldukça heyecan vericiydi.

Niçin benim yaptığım bir şeyden rencide olmuş gibi davranıyorsun? Çünkü ben bir kadınla birlikteysem o da benimle birliktedir.

Başkalarıyla birlikte olmaz.

Başkalarıyla birlikte olurum, hayatımın geri kalanında da olacağım.

Farkındayım. Seni onlara devredeceğim dedim ya, anlamıyor musun? Hayır, hayır, hayır...

S...r lan! ... seni! Beni yüzüstü bırakmayı mı düşünüyorsun? ...un fahişesu! Sürtük! Sen beni ne sandın? Demek; "Yatacağım, gidip başkalarıyla yatacağım." diyorsun.

- Ben öyle bir şey...

- Amına korum senin! İşte o zaman cesaretimi topladım.

Bir daha yapamadı. Asla.

Bir dahaki denemesinde "Şerefsiz herif "istersen bağıracağım diye "götünü yırt, ama bana bir daha böyle bir şey yapamayacaksın.

"Artık bu yaptıklarını sineye çekmeyeceğim." dedim.

Ayağa kalktım, üst kata çıktım.

Arkamdan atıp tutuyor, bir şeyler zırvalıyordu.

Bazen yarım saat kadar dır dır ederdi.

Bağırıp dururdu işte.

Onunla baş edebilmek için bir stratejisi vardı. Yıllar içinde de iyice geliştirdi.

Şöyle diyelim.

Linda'ya öfkeleniyordu. Bir tepki beklediğini de görebiliyordum.

Ortalığı yaygaraya verip kavga etmek istiyor gibiydi.

Linda orada oturup, dişlerini sıkıyordu.

Yanağından çenesini sıktığı belli oluyordu.

Sonra şöyle dedi; "Haklısın babalık. Öyle olsun.

"Kesinlikle haklısın." Hank ne söylese onaylıyordu.

Hank de derince bir iç çekti.

Çok sinirlenmişti, çünkü karşıdan bir tepki gelmeyince kavga edemiyordu.

Linda da hiç tepki vermedi.

 18 Ağustos 1985 Evlendiği için mutlu gibi görünüyordu.

Evlilik, çok istediği bir şeydi.

Linda'yı da sahiden seviyordu.

Hem de çok.

Sanırım onun için evlilik olayına ısınmak uzunca bir süre aldı.

Kabul ediyorum.

Düğünde papazın karşısında ağladı.

Çok ağladı.

Öpüşecektik.

 Bar Sineği  1987'de Barbet Schroeder yönetiminde "Bar Sineği" filminin çekimleri başladı.

Prova yapma fikri Mickey Rourke'un hoşuna gitmedi.

Faye Dunaway ise prova yapmaya olabildiğince istekliydi. Ben de öyle, çünkü programım çık sevişıktı.

Bu durumlarda prova yapmak daha doğru olur.

Ama yapmadık. Provasız çekmek zorunda kaldık.

Sanırım dinç kalmak istiyordu.

Mickey Rourke nasıl olur da Hank'i oynayabilirdi ki? Mümkün değil.

Neden ihtiyar bir seyyar satıcı bulmadılar ki? Mickey Rourke'un Humphrey Bogart gibi olmasını istiyorlardı.

Bardan kız toplayan bir tip gibi yani.

Hank aslında öyle biri değildi ki.

Filmde çok güzel kızlar vardı diye hatırlıyorum. Hank böyle tiplerin peşinden hiç koşmadı.

Hafiften hasara uğramış kızların peşine düşerdi.

Gerçekten çok abarttı.

Aşağı kadar sarkan uzun saçlar.

O çocuğun ömründe bir kez olsun kenar mahallelere gittiğini bile sanmıyorum.

Mesela içeri girip şu tonda konuşuyordu.

"Hadi be kaçırdım mı? Belediye Başkanlığına adaylığımı koymalıydım." Doğru yapamıyordu, çünkü ben olsam o cümleyi şöyle söylerdim.

"Hadi be kaçırdım mı? Belediye Başkanlığına adaylığımı koymalıydım." Sallamaya gerek yok.

Her zaman şatafatsız konuşmuşumdur.

İşin içinde her türlü abartı, sahtelik biraz da caka satma vardı.

Yapılan iş yanlıştı diyebilirim.

 Hank’in "Bar Sineği" tecrübesi ona yeni bir kitap için ilham verdi.

Hollywood'un, hakkında okuduğum tüm kitaplardan daha çarpık daha ahmak, daha acımasız, daha salakça bir yer olduğunu anladım.

Yapıtlarında ne yeterince sanat, ne ruh, ne de vicdan vardı.

Yaptıkları şeyler tam anlamıyla bok gibiydi.

Yönetmenliğe herkes karışır.

Paraya herkes karışır.

İlginç olan da hepsinin yaptıkları işlerden habersiz ahmaklar olmalarıdır.

Hem açgözlü hem de ahlaksızdırlar.

Yani filmlerden pek anlamazlar.

Onu ilk okumaya başladığımda kendisiyle tanışma fırsatım olmamıştı Bir gece Sean Penn'le iyice kafaları çekmiş Dublin'deki evimde birbirimize saçma sapan kafiyeli cümleler söylüyorduk.

Hank'in hayranı olduğundan bahsetti.

Ben de "Hank benim arkadaşım olur." dedim.

"Hadi canım." dedi.

Ben de "Evet." dedim.

Hank’ten birkaç mısrayı ezbere okudu.

Ben de ona okudum, bir telefon görüşmesi yapmak için izin istedi.

Aynen şöyle dedi; "Hey evlat, hangi cehennemdesin sen?”

 “İrlanda'dayım, Bono da yanımda." dedim.

Onu bilirsiniz, pek bir şey demedi.

"İstersen Linda'ya sor." dedim.

"Bono da kimin nesi?" dedi.

Meğer Hank’in eşi her U2 konserine gidermiş.

Biz ortaya çıktık çıkalı, ta ilk zamandan beri hayranımızmış.

Her birine gitmiş. U2 konserlerine benden daha çok katılmış diyebilirim.

Sonra tekrar ahizeyi alıp "Burada konser verirseniz biz de gelmek isteriz.”

 “Doğru söylüyorum bak!" dedi.

Her ikisini de bir sonraki Los Angeles konserimize davet ettim.

Geleceklerine hiç şans vermiyordum.

Ama geldiler.

Ondan büyülenmişti.

Varılan noktaya bakın, politik bir mitingde değildik.

Sahnede müzisyenler vardı, müziksever bir kalabalık.

Konserin ortalarına doğru aniden mikrofonu eline alıp "Bu parça Charles ve Linda Bukowski'ye geliyor." dedi.

Bizim ihtiyarı be kez fena yakalamıştık.

Onu biraz olsun etkilemeyi başarmıştık diye düşünüyorum.

Seyirciler çılgına döndü. Onu tanıyorlardı. Her şeyiyle oradaydı.

Biraz da olsa duygulanmıştı. Linda ile bu şarkı eşliğinde dans ettiler.

Bukowski çok şanslıydı, kendisi hayattayken çalışmaları, sayısını Tanrı bilir birçok dile tercüme edildi.

30-40 baskıya kadar çıkan kitapları da rahat bir hayat yaşamasını sağladı.

Şairler için pek alışılmış bir durum değildir.

Parası olmasa da ne yapıp eder bir yerlerde çalışır ama yazmaya devam ederdi.

Buna kesinlikle ikna olmuştum.

Şekerci dükkânında çalışabilir, ayakkabı boyacılığı yapabilir veya postanede kalıp, o göt kadar yerde emekliliğini bekleyebilirdi.

Maalesef John William Corrington'a ve 1962'de bulunduğu kehanete katılmak durumundayım.

Çok haklı çıktı.

Şunu demişti.

"Yüzyılın sonlarında Bukowski, şiiri akademisyenlerin pençelerinden kurtaran adam olarak anılacaktır." Wordsworth da bunu yapmaya kalkışıp sonunda başarılı oldu.

Biliyorsunuz onu 62'de yanına aldığında hiç kimse henüz adını sanını duymamıştı.

- Ölümden korkuyor musunuz? - Hayır.

Kaç yaşına kadar yaşamak istersiniz? Kaç yaşına geldiğinizin bir önemi yok dengenizi ne kadar süre sağlayabileceğinizdir önemli olan.

Bu nedenle bu soruyu cevaplayamayacağım.

Hayatım artık bozuluyor gibi geliyor.

Bugün hipodroma gittim.

Hipodromdan döndüğümde şöyle bir yere baktım ayağımın tekinde siyah, diğerinde kahverengi ayakkabı vardı.

Bahislerde 212 dolar kazanmış olsam da yere baktığımda kendime şöyle dedim.

"Senin için ışık azalıyor ihtiyar."  1988'de Hank vereme yakalandı.

 27 kilo verdi.

 Aylarca hiç alkol kullanmadı.

 İyileştikten sonra, çok nadir olarak içkinin dozunu kaçırdı.

Yıllar geçtikçe aldığı alkol miktarını da azalttı.

Gerçi hayal gücünün de bununla orantılı olarak azaldığını söylüyordu.

Sanırım kendine güveni gelmişti, bu da doğaldı. Sonuçta başarılı birisiydi.

Bununla birlikte yıllardır üzerinde bulunan psikolojik baskıların da azaldığını söyleyebilirim.

Artık "tepki" görmesine çok gerek kalmamıştı.

Kendisini iyilik güden birisi olarak görüyordu.

İyilik güden birisi de olabilirdi.

Geçmişte bu şekilde düşündüğünü hiç sanmıyorum.

Ne gençliğinde ne de orta yaş döneminde.

"Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi" yazarken artık tam bir sihirbaz olmuştu.

Çok özenli birisi olmuştu.

Kolay incinir bir yapısı da kalmamıştı.

Topu eline alıp sizin karşınızda öyle bir çevirirdi ki kendisinin görebildiği her detayı size de göstermeye özen gösterirdi.

"Yeni Formülizm" dediği bir şey vardı.

"Yeni Formülistler" dediği bir gurup da insan vardı.

Sonelere dönmeyi düşünüyorlardı.

Yani şiirlerin en biçimli halleri.

Bana göre de şiirin bu yöne yönelmesi yanlış bir seçimdi.

Bu, bizim yaptığımız minik yılbaşı kitapçıklarından biri.

İsmi de SANAT.

En harika şiirlerinden biri.

Her sayfada bir adet kelime var.

İnsanın ruhu AZALDIKÇA FORM ortaya çıkar.

Bir sanatçı veya bir şair veya herhangi bir kimse kendisini yaptığı işteki o noktaya getiren o ruhu yitirirse şekille daha çok ilgilenip gerçeklerin üzerini örtmeye çalışırlar.

Onlar artık bir şey yazmıyorlardır, sadece bir şeyler karalıyorlardır.

"PULP”

 “Kötü yazılara ithaf olunur." Burada Bukowski'nin bir hikâyesi yatar.

Kötü yazdığından değil riske girdiğinden.

Bu kitap bir ihtiyarın romanı.

Ancak roman, genç birinin yaratıcılığı ve esnekliğiyle bezenmiştir.

Hollywood kitabı L.A.'i bu taraftan görürken Pulp kitabı bu taraftan görmektedir.

Anladınız mı? "Ekmek Arası" kitabı ise tam buradan görmektedir. Düşünün.

Kısa hikâyeler L.A.'e bu taraftan girer, şiirleriyse çevre yoldan böyle girer.

Yazılarıyla Los Angeles yerleşkesinin bir tarafından girip öbür tarafından çıkmıştır.

Pulp kitabı safi imgelemden ibarettir.

Bukowski'nin gerçek hayatını yansıtmaz.

O imgelem de hep aklında olan bir hayattan alıntıdır. Adam ölüme doğru yürüyordu.

Hayatının son günlerini yaşarken Bayan Ölüm hakkında yazmıştır.

Ölümü nasıl ele aldığına bakar mısınız? Ölümden bir sanat eseri yaratmıştır.

 Mart 1993'te, Bukowski lösemiye yakalandı.

 Bu hastalıkla bir yıl mücadele etti.

Uzun süren bir periyottu, sona da yaklaşıyorduk.

Hastanede yatarken şuuru bir gelip bir gidiyordu.

Orada yanındaydık, fısıldaşarak konuşuyorduk.

Onunla birlikteydik.

Aramızda bir metre kadar bir mesafe vardı, başı da hemen önümdeydi.

Yatağın diğer ucundaki kızı Marina'ya bakıyordum.

Hank'e bir göz attım.

Bir şeyler söylemeye çalışıyordu.

Az az "Pıh, pıh" diye sesler çıkarıyordu Az az pıhlıyordu.

Hemen onun son nefeslerini aldığını fark ettim.

Ölümün geldiğini biliyordum.

Bunu fark ettikten birkaç saniye sonra ona uzanıp başına sarıldım.

Birkaç dakika öyle kaldık.

Sonra can verdi...

İşte o anda yüzü apaçık ve berrak bir hal aldı.

Her buruşukluk veya çizgi her şey tamamen gevşedi.

Mutlak bir sükûnet oluştu.

O anda oradaki her şeye ve herkese sinmiş gibiydi.

O kadar yumuşak, o kadar saftı ki.

Yeni doğmuş bir bebek gibi yüzü yumuşacıktı.

Tıpkı onun gibi pürüzsüz ve yumuşacıktı.

Bir mavi kuş var yüreğimde çıkmaya can atan Ama ben ondan güçlüyüm.

Kal diyorum ona, Kimsenin Seni görmesine izin veremem.

Bir mavi kuş var yüreğimde Çıkmaya can atan.

Ama viski döküyorum üstüne Sigara dumanına boğuyorum.

Fahişeler, barmenler ve bakkal çırakları Hiçbir zaman bilmiyorlar onun orada olduğunu.

Bir mavi kuş var yüreğimde Çıkmaya can atan.

Ama ben ondan güçlüyüm Yat lan aşağı, diyorum ona.

Ocağıma incir dikmek mi niyetin? Avrupa'daki kitap satışlarını sabote etmek mi? Bir mavi kuş var yüreğimde Çıkmaya can atan.

Ama zekiyim, sadece geceleri izin veriyorum çıkmasına, herkes yattıktan sonra.

Orada olduğunu biliyorum, derim ona, kederlenme artık.

Sonra yerine koyarım yine Ama hafifçe öter Tamamen ölmesine de izin vermiyorum.

Ve birlikte uyuyoruz Gizli antlaşmamızla Ve insanı ağlatacak kadar güzel.

Ama ben ağlamam.

Ya siz? 

***SON

 


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar